1430! Bu tarih tizlere neyi ifade ediyor? Tarihimizdeki büyük dönüşümden şimdiki zamana 1430 yıl geçirdik. Kendi zamanımıza ait olmaklığın bir göstergesi olarak 1430, köklerimizle bağlantı kurmanın ön önemli göstergesidir. Hicretin 1430 yıllık sürecini kendimize bir aidiyet alanı alarak görmüyorsak yaşadığımız hafıza çölleşmesidir.

   Zamanı algılayış biçiminiz yaşam değerlerimizi belirler. Ülkemizde yaşanan köklü değişimlerin belki de en ağır olanı -bir çoklarımız farkına varmasa da- zaman algımızın dönüştürülmesidir. Toplum, Miladi takvimle tanıştırıldığından bu yana düşünce ve eylem sistematiğimiz makas değiştirmiştir. Biz olmaklığı yitirmenin diğer bir adı olan zaman içerisinde bize ait olmaklığı kaybetmek, bu ülke elifinin komplekslerinin sonucu olarak belirir. Batılılaşma serüvenimiz bir bakıma kendini bakirleştirerek ne pahasına olursa olsun başkalaşma ya da böcekleşme serüvenimizdir. Cemil Meriç’in tabiriyle ” kendine tecavüz edene aşık olan” bir tip olarak Türk aydınının “zamansızlık” hastalığına tutulmuşluğu bunun en önemli göstergesidir.

       Papa XIII. Gregorius tarafından Hristiyan algılarına göre yeniden düzenlenen bir takvim olarak Miladi Takvimin ülkemizde zaman biçimlendiricisi olarak kullanılması ve bu durumun çağdaş uygarlıkla bütünleşme biçiminde ilan edilmesi hafızasızlaşma politikalarının bir gereği olarak düşünülmüştür. Yenilmişlik psikozunun devlet elitlerinde oluşturduğu travma, suçlu arayışlarının getirip bıraktığı boşluk, değerler sistemimizi alt üst eden Batı orijinli düşünce sağanağı Ibn-i Haldun’un teorisini doğruluyor; “Mağluplar galipleri taklit eder!” Lâkin bir medeniyet ekseni üzerinden hareket eden bir toplum için gömlek değiştirir gibi hayatı dönüştürmenin yolu kişiliksizleşmeye çıkıyor. Arnold Toynbee bu noktada bizim gibi topluluklara şöyle der; ” Bizim, sizin gibi milletlerden alabileceğimiz bir şey yoktur. Çünkü siz orijinal değilsiniz, nedeni ise bizi taklit eden bir topluluk olmanızdan kaynaklanıyor.” En basitinden, bir Hristiyan geleneği olan ve kilise tarafından içeriklendirilmiş Miladi yılbaşı kutlamalarının kendilerini laik/ din dışı/ yaşamlarında dini refüze eden kesimler tarafından hararetle içselleştirilmesi kültürel şizofreniye de bir örnek olarak verilebilir. Bir toplumun zaman algısı değiştirildiğinde olacak olan bundan daha vahimidir.

       Yüzyıllardır kullandığımız bir takvim olarak Hicri takvim köklerimizle irtibat kurmak gibi bir işlevi de bünyesinde barındırır. Hicreti, yani özgürlüğe yürüyüşü ve bu yürüyüş sonucunda bir medeniyetin inşasını başlangıç alan bir zaman algısının bizi getireceği nokta, kazandıracağı ruh iklimi, tarih içerisindeki yürüyüşümüze anlam kazandırmasıdır. Milletlerin yaşamlarında kökleriyle sağlam ilişkiler kurabilmelerinin temelini de bu oluşturur. Çünkü kendi zamanınıza ait olmak demek bir iddiayı sürdürmek demektir. Bu gün ve gelecek için karar verici bütün medeniyetler kendi zamanlarının izine süren medeniyetlerdir. Zamandan koparıldığmızda, tarihten / bu günü kadar süregelen yani bizi adam eden değerlerden uzaklaşmışsınız demektir. Zamanınızın size kodladığı bilgi, bilinç, davranış ve estetik geleceğinizi inşa edecek olan başlıca etkenlerdir.

     Batının zaman algısı üzerine yaşam değerlerimizi oluşturmak demek, onların dizayn ettiği bir dünyayı kabul etmek demektir. Böyle bir dünya efendilerine benzemek için yüzünü ağartmaya ya da saçlarını düzleştirmeye çalışan kölelerin dünyasıdır. Sıradan bir batılının neyiniz var, sorusuna ‘sizimiz var!’ demek kadar yalın ve alçaltıcı bir cevaba dönüşen sefilliktir bu. Zamanın nesnesi olmak ile zamana müdahil olup, onun öznesi olmak arasındaki derin hesap ve yüzleşme yarın kim olduğumuzu ortaya çıkaracak. Özgürlüğe ve adalete doğru yürüyüşünü kendi zamanının başlangıcı kabul eden ve bütün değerlerini bu çizgi üzerine bina eden bir damarın varlığı bütün insanlık için de bir çıkış yolu olabilir. Başlangıç noktamız Hicret ise, süregelen ve çoğalan bir devrimden söz etmeliyiz.

   Batı, zamanı kendi sistemi içerisinde sabitleyerek, insanın yaşam alanlarını kategorileştirdi. Matematik alan içerisinde kendisi için belirlenen vakitler ve kendisi için çizilen sınırlarda sınırsız bir hareket alanı var batılı insanın. Ne zaman yemek yiyeceği, ne zaman işe gideceği, ne zaman tv izleyeceği ve uyuyacağı önceden belirlenmiş hiçimde hayatını sürdürüyor. Hangi rengi kullanacağı, hangi hazzı tadacağı ve hangi alışkanlıkları edineceği oluşturulmuş sistem tarafından enformatize edilmektedir. Hatta neye güleceği ve neye ağlayacağı ya da nasıl tepki vereceği sistematik biçimde belirlenmektedir. Her yıla göre ve her yılın her mevsimine göre yeniden şekillendirilmekte ve koşullandırılmaktadır. Belirlenen alanlar içerisinde kalmak şartıyla her türlü maddi hazzı almasının önü açıktır. Belirlenmiş bir zaman aralığında yaşamı idame ettirmenin çürümüşlüğünü yaşıyor bugün Batı. Bunun içindir ki önceden yapılan ölçümler ve hesaplamalarla, insanlığın geldiği son nokta yani bir dünya cennetinin oluşturulmuş hali liberal kapitalist sistem1 olarak öngörülmekte ve propaganda edilmektedir. Büyük bir yalan ve sanal çukur içerisinde insanlığın akıl, vicdan ve ahlak değerleri karantina altına alınarak çürümeye terkedilmiştir. İnsanlığın zaman içerisindeki yürüyüşü diye ortaya konulan şablonlardan anlamamız gereken batılı insanın tarihteki seyr-ü seferinden başka bir şey değil. Zamanın egemen dönüştürücüleri olarak kendilerini kodladıklarında geriye kalan bütün topluluklar ancak kendilerine uzaklıkları ya da yakınlıkları oranında adam sayılıyorlar. Bu tür bir inciltilmişlik ya da aşağılanma ülkemizde bir ‘seviye’ olarak gösterilerek yaygınlaştırılıyor. Evet! 1430 bize bütün bu kaotik despotluktan özgürleşmenin zamanına işaret etmektedir. Gelecek için bir iddia sahibi olmak demek, kendi zamanında kendini yeniden üretmek ve çoğaltmak demektir.

Önceki İçerikHikmeti Önceleyen Söz
Sonraki İçerikI. Dünya Savaşı ve Emperyalistler