Birinci Dünya Savaşını sonucu itibariyle imparatorluklar zamanının çöküşü olarak da adlandırılabiliriz. XX. Yüzyılın başlangıcına kadar devam etmiş olan ve jeopolitik anlamda önemli bir alanı kapsayan bu çok uluslu, çok dilli ve çok renkli sistem, dünyanın gördüğü ilk büyük çıldırıda paramparça edildi. Bu sistemin en önemli merkezlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu -ki kendisini tüm Müslümanların ve mazlumların hamisi olarak ilan etmişti- idi. Bulunduğu coğrafyanın kadim toprakları kapsaması, yükselmekte olan enerji taleplerinin en önemli hammaddesi olan petrol sahalarına olan hâkimiyeti ve yeryüzünü talan etme gayreti içerisinde her tarafa insafsızca saldıran başta Britanya ve Fransa olmak üzere emperyalist devletlerin batıdan doğuya geçiş yollarını tutması kendisini saldırıların merkezi haline getirmişti. Kadim dünyanın büyük çöküşü olarak adlandırabileceğimiz, Osmanlı’nın paramparça edilmesi, bu topraklar üzerinde bizzat saldırganların direktifleriyle onlarca ulus devletin inşa edilmesine yol açtı. Aslında şu ya da bu çapta olsun bütün Osmanlı yönetim erkanı böyle bir sonu hissediyorlardı. Altı yüz yıllık bir devlet geleneğine sahip bir organizmanın yaklaşan büyük felakete karşı hiçbir tedbir almadan durması mümkün değildir. Öyle de oldu. Tarihe biraz daha derinden baktığımızda yapılacak analizler bunu ortaya koyuyor. Yönetim erkinin aldığı karar iki aşamadan oluşuyordu. Özellikle Müslümanların yaşadığı bölgelerde ciddi ve sıkı bir muhaberat örgütlenmesinin yapılması. Bu örgütlenmenin bölgesel unsurlarla takviye edilerek gelecekte olabilecek her türlü duruma karşı tedbirli tutulması. Yaklaşmakta olan açık ve yoğun savaş sırasında her türlü faaliyetin yürütülerek ümmetin ve ordusunun kılcal damarlarının açık tutulması. Eğer emperyalist saldırı püskürtülür ve ezilebilirse Müslümanların geleceğinin yeniden organize edilip yola devam edilmesi. Yok bir facia/yenilgiyle karşdaşdacak olursa her birimin bulunduğu bölgelerde kendi siyasi oluşumlarını gerçekleştirerek devletleşmesi. Galibiyet ve mağlubiyet üzerine kurgulanan ve detaylandırılan bir planın varlığı bu gün açıkça kendini gösteren bir vakıadır. Bunun için şu an Osmanlı ülkesi üzerinde kurulmuş devletlerin kimler tarafından ve nasıl kurulduğu iyice tahkik edilirse durum ortaya çıkacaktır. Bir çok ülkenin kurucu unsurlarının daha önce Osmanlı istihbarat teşkilatının birer üyesi olduğunu biliyoruz. Tıpkı Mustafa Kemal, Çerkez Ethem, Rauf Orbay Mehmet Akif Ersoy, Saidi Nursi, İstiklal mahkemeleri başkanı Ali Çetinkaya, Celal Bayar gibi iç politik çekişmelerde birbirine düşman gibi görünen kimselerin aynı istihbarat merkezinin birer ürünü olduğunu bildiğimiz gibi. Tıpkı, Libya’nın milli kahramanı Ömer Muhtar’ın aynı teşkilatta onbaşı rütbesiyle görev aldığını bildiğimiz gibi. Kuzey Afrika halklarının siyasi önderi Şekip Arslan’ın ya da Cezayir devlet başkanı Habib Burgiba’nın babası Şerif Burgiba’nın veya Hindistan-Pakistan’ın kurucularından olan Muhammed Ali Cinnah’ın aynı amacın birer hizmetkârları olduğunu bildiğimiz gibi.

    Peki yukarıdaki bilgileri neden verdik. Emperyalistler tarafından paramparça edilmiş, ümmetin son kalesi olan Osmanlı’dan arta kalanlara dikkat çekmek için. Arta kalanların beslendikleri kaynağa vurgu yapmak için. İmparatorluklar çağı bitip ulus devletler çağı başladığında Müslüman toplumun bir parçası olarak Türklere de küçük bir toprak parçası bahşedilmişti!]. Bu toprak parçasının nereler olduğunu hiçbir zaman uygulamaya konul(a)mayan Sevr Anlaşması belgelerinde bulmak mümkün. Savaşı kazanmış emperyalist orduların gözlerinin çevrildiği coğrafya olarak Anadolu’da Türk devleti olarak belirlenen bölgeyi iyi araştırın. Üzerinde Kürdistan, Arap bölgesi, Ermenistan ve Rum bölgesi bulunan bir Anadolu. Ümmetin kalbi olan Saadet kapısı (Dersaadet]mn yani Hilafet merkezimiz İstanbul’un bizden koparıldığı zamanlar. Düğüm, maceraperest Yunanlılar’ın Batı Anadolu’ya tecavüzleri sonucu başlatılan direnişle çözülmedi. Düğüm Lozan’da toplanan Barış Anlaşması’nda çözüldü. Ümmetin kalbinin tek ve bütün olarak elde tutulması için bütün tavizlerin verildiği Lozan’da. Emperyalizmin en çok tedirgin olduğu Halifelik kaldırılsın dendi. Kaldırıldı (Lâkin Osmanoğulları’nda temsil edilen hilafet makamı lağvedilirken düşülen şerhe dikkat; “Hilafet makamı Büyük Millet Meclisinde mündemiçtir!”]. Yeni kurulacak devletin bütün alt yapısı batılı paradigmaya uygun halde yeniden dizayn edilsin, dendi. Yapılan inkılaplar bu çerçevede hayata geçirildi ( gerçi yapılan inkılapların bir çoğunun ivedilikle yapılması gerektiğini II. Abdulhamit’te hatıratında bizzat yazmıştı]. Sonuçta ümmetin nefes alacağı önemli bir kanal yani Türkiye Cumhuriyeti modern ulus devletler çağma uygun olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Hasılı Türkiye Cumhuriyeti’nin şu açıdan ya da bu açıdan bir çok kopyası eski Osmanlı topraklarında vücut bulmuş oldu. Osmanlı ülkesinin daha doğru bir ifadeyle ümmetin tek kalesinin ortadan kaldırılması durumunda oluşacak yeni duruma göre dizayn edilmiş plan bir çok aksaklıklara rağmen bu güne kadar yürürlüğünü devam ettirdi.

    Bu açıdan bakıldığında projeksiyonumuzu yalnızca şu anda çizilmiş sınırlar olarak sınırlandırmak, zihinlerimizi buna göre koşullandırmak ümmetin yeryüzündeki yürüyüşüne karşı ihanetten başka bir şey değildir. Her şeyden önemlisi yeniden ve detaylı bir tarih okuması yaparak belleğimizi kirden arındırıp tazelemektir. Yirminci yüzyılın başında yaşadığımız büyük travmayı atlatma sürecini yaşıyoruz hala. Artık modern ulus devletlerin miadı dolmak üzere. Zaman öğretilmeye çalışıldığı gibi ilkellikten modernliğe doğru evrilen bir sarkaç değil. Tarihin sonunu liberal- kapitalist planda düğümleyen modern büyücülerin efsunu dağılıyor. Zamanı insanın özgürlüğüne göre dönüştüren yeni bir anlam dünyasına doğru akıyoruz. Bu anlam dünyası bir kaostan diğerine sürüklenen insanlığı ortak bir kelimeye çağırıyor: İnsanın insana ve her şeye köleliğini reddeden bir kelimeye: Lailaheillallah!

Önceki İçerikZamansızlık
Sonraki İçerikKurgulanmış Masallar