Sanmaktadır insan. Kendine eşyayı, bilgisini ve bu bilgiyi nasıl kullanacağını öğreten bir ‘olduran’a rağmen, gücü, kendinde içkin varsayarak yahut vehmederek dünyadaki duruşunu kutsamaktadır. Onun bu ‘aceleci kibri’yle kurduğu uygarlıkların zamana yenik düşeceği kaç kere ayan olmasına rağmen ‘sanmaktadır’. İnsanın beşer olmak münzeviliğinden ‘adem-adam’ olmaya yükselten değerleri aşındıkça gösterdiği hırçınlık onu dünyevileştirmekte, basitleştirmekte ve tüketmektedir. Bu, gittikçe çukurlaşan ivme, ‘modern dünya paganizmi’nin dayattığı değerleri ‘doğallaştırarak meşru kılmaktadır. Bu bir simülasyon, Baudrillard dediği gibi. O’nun yerinde tespitiyle Avrupa’nın içine girdiği kısır döngü, bu uygarlığa kayıtsız şartsız teslim olmaya adanmış diğer toplumlara sirayet etmektedir. Bu simülasyon evrenin ortaya çıkışını II. Dünya savaşının sonuçlarıyla başlatan Baudrillard, Batı’da başlayan durağanlığın, onu, kendi ekseni etrafında dönmeye hapsettiğine ve bu sürecin kavramların içinin boşaltılmasıyla sonuçlandığına vurgu yapar;“Artık kavramlar televizyonlardan akmakta, insanlar teknolojinin onlara sağladığı bu rahatlık sayesinde herhangi bir şeyi derinlemesine düşünememektedir. İletişimi sağlamak adına yaratılan cansız kitle iletişim araçları kendilerine yüklenen işlevden, yani aracı olma konumundan çıkıp bağımsız bir kendilik haline gelmiştir. Birey ise bu durumu çaresizlik içinde izlemektedir; her şeyin farkındadır, fakat konformizminden de da taviz vermek istememektedir.” Modern insanın olaylara ve olgulara karşı tutumu şöyle de özetlenebilir; “Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kâğıdı reklâmıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.”

   “Sanmak” eyleminin Batı dışı toplumların zihinlerinde oluşturduğu deformasyona bakıldığında neler olup bittiği daha açık bir biçimde görülebilir. Efsaneleştirilerek insanlığın gelmiş olduğu son ve mükemmel nokta olarak propaganda edilen Batı Uygarlığı’, birçok tarihi ve bilimsel çarpıtmalarla ‘öteki’ toplumlara kayıtsız-şartsız teslim olunması gereken değerler biçiminde enjekte edilmektedir. İnsanın serüvenini ‘ilkel insanla başlatıp belli evrimsel süreçlerden sonra bugünkü ‘modem insan’ noktasına açıklık getirmeye çalışan bir tarih algılaması ülkemizde de yıllardır genç beyinlere kusulan aşağılayıcı bir yalandır. Bütün bilimsel ve fesefi alt yapısını Mezepotomya (Sümer ve Mısır’dan) devşirdiği bilgilerle oluşturan ve bir Fenike kolonisi (bugünkü Lübnan civarı) olmaktan öte tarihte hiçbir etkinliği olmayan bir şehir devletleri sistemi olarak eski Yunanla uygarlık tarihini başlatmanın ve bu sahtekarlığı çocuklarımıza okullarda tedris ettirmenin vahim sonuçlarından biri, kültürel ve toplumsal olarak aşağılık kompleksidir. Dünyada tek genel geçer uygarlığın köklerini Grek-Roma ve Yahudi-Hıristiyan sistematiğiyle paketleyerek, diğer medeniyet havzalarını tarih ve sistem dışı olarak gören bir anlayış, son tahlilde bütün insanlığı Batının kapısında dilenci konumuna düşürmektedir. Sömürge dönemi paradigmasıyla oluşturulan, sonradan antropoloji/ oryantalizm/ sosyoloji gibi bilimsel yöntemler adını alan çalışmaların, bugün küresel bir kasırgaya dönüşen vahşi kapitalizmin entelektüel yapısını vareden ‘kurgulanmış masalları’ beslediğini biliyoruz. Ülkemiz üniversitelerinde okutulan uygarlık tarihi kitaplarına göz attığımızda bunu açıkça görebiliriz. İnsanlığın ulaştığı son aşamanın köklerini Yunan paganizminde sabitleyen, medeniyetin kurucu ırkını Ari ırk’ olarak belirleyen, inanış noktasını tevhidden soyutlanmış-putperestleşmiş Hıristiyan ve Yahudi anlayışında odaklayan, kesif bir doğu-batı ayrımı yaparak Batı’nın zihinlerdeki karşılığını ‘akıl, bilim, teknoloji, birey, özgürlük ve ilerleme’, Doğu’nun ise ‘cehalet, geri kalmışlık, metafizik ve despotizm’ biçiminde algılatan çok amaçlı bir saplantıdır bu. Öyleyse onlara göre yapılması gereken nedir, ya da yapılması gerekenlere meşruiyet kazandırmak nasıl olur? Verilen cevap açıktır; Cahil, geri kalmış, dinsel çürümüşlük içinde yaşayan doğuyu ‘akıl, bilim, sözde özgürlük ve ilerleme’ kırbacıyla adam etmek! Liberalizm adı altında sunulan ince ve sağmal sömürge yöntemi, alışkanlıkları, davranışları ve refleksleri görüntüde çoğulculuk adı altında tek tipleştirerek devşirmeyi amaçlamaktadır Bu gün dünyanın bir çok yerinde kitlelerin bir olaya bakışı, davranışı ve verdiği tepkiler hemen hemen aynileşmiş durumdadır. Her türlü değer ‘nedensiz’lik sürecinden geçirilerek anlamsızlaştırılmakta, yeniden tasarlanmakta ve tüketim nesnesi haline getirilmektedir. Dünya tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar detaylandırılan liberalist saldırganlık, her şeyin metalaştırıldığı, kullanılabildiği ölçüde bir değer ifade ettiği yönündeki söylemleriyle bakış açılarını bulanıklaştırmaktadır.

   Zamanın işleyişine daha sahici ve yakından bakıldığında bu gün olagelenleri yani, farklılaşma, başkalaşma, modernleşme çabalarını dünyanın çevrimsel düzeneğinde geçmiş kültürlerin yeniden reorganizasyonu olarak görürüz. Tarihteki birçok paganist uygulamaların yeniden tanımlanarak insanlığa genel geçer ilkeler olarak sunulmasını bugünün dünyasının karar vericilerinin entelektüel çabası olarak anlamak gerekir. Genel anlamı itibariyle İbrahim! dinler dışındaki inançlar olarak tanımlanan paganizm, bu gün insanın tanrılaştırılmasına dönük bir işlev görmektedir. Salt aklı genel geçer olarak gören ve tabulaştıran bu anlayış, maddi kurgularla hareket etmekte, gündelik hazlarla yaşamı geçiştirmekte ve görülmektedir ki insanın kendisine tapması toplumsal cinneti çağırmaktadır. Bu tür bir ‘sanma’ biçiminin, yani kendisini yaratanı hayatın dışına çıkarıp, gücü kendisinde vehmederek kendine tapma halinin oluşturduğu kaos ruhsal parçalanmayı beraberinde getirmektedir. Eski zamanlarda taşı yontarak putlaştıran ve buna tapan insan, modern zamanlarda, ruhunu, aşkını ve bilincini yontarak, soyutlayarak kendini putlaştırma çabasındadır. Hümanizma adı verilen bu kendini sevicilik, yücelticilik ve kibir; başkası cehennemdir’ mantığıyla hareket etmektedir. Hümanizmanın bireyleştirerek yalnızlaştırdığı insan, elbette simülasyon (gerçeğin dönüştürülerek yeniden ve sanal olarak organize edilmesi) tarafından kolayca devşirilebilecektir. Bu insanın, kapitalist sürecin sıradan tüketim öğesi olmaktan başka bir anlamı da kalmayacaktır. Bu tür bir anlam ya da anlamsızlık paradoksu kırılmadığı takdirde gelecek için hiçbir umut yoktur.

Saygıdeğer okur;
    Zamanı ve zamanın içindeki insanın yürüyüşünü anlamaya dönük bu çalışmamız giriş olarak kabul edilmelidir. İnşallah önümüzdeki süreçlerde hu izleği takip ederek daha kapsamlı analizlere yöneleceğiz. 
   Yürüyüşümüzün 50. durağında, yanı başımızda, duruşunu ve ‘oluşunu’ bozmadan, özgürlüğe ve adalete inancını örselemeden, ‘söz’ün muhkem yürüyüşüne mütevazı katkı veren dostlarımızı ellinci kez selamlıyoruz.
Kalbinizle kaim, güzel kalın

Önceki İçerikI. Dünya Savaşı ve Emperyalistler
Sonraki İçerikEzber Bozan Bir Süreç