Kartal yavrularına yerde sürünme dersi yermek istiyorlar. Böyle diyor Muhammed İkbal. İyi adamların ve iyi kadınların kavlidir ümmet. Kutlu gelenek Allah, Muhammed ve Ümmet diye tarif ediyor yeryüzündeki duruşumuzu. Budur ve höyledir, bir kelimedir bizi yollara düşüren. Hayatın ve zamanın ruhuyla hilenmişliğimizle bütün kadim öyküleri demleyen bir kelime. Yüreklerimize her dem uçsuz bucaksız bir gökyüzü esenliği veren. Yürürken de onurlu, düşürken de erdemli ve ayaklanırken de duruşumuza direngenlik katan bir kelime bu; ümmet oluşumuzun, yeryüzünde ‘insanı tarif edişin çok boyutlu imgesi: Lailaheillallah! Muhammed’imizin ‘Bu bir dağdır lâkin biz onu severiz, o da bizi sever’ dediği Uhud gibi gönlümüzde taşıdığımız derinlik. Ki emanetine sadık kalmışlığımızla ölçülecek özgürlüğümüz. Herkesin birbirine benzeşmeye başladığı, sıradanlaştığı ve varoluşumuzu sağlayan değerlerin buharlaştığı bir zamanda içimize doğru bir yolculuğa çıkmanın işaret taşlarını dikmek. Kayıtsız ve kalıpsız sürgitliğin vicdanları çürümeye terk eden hoşvermişliğin önünde yükselen yücelik meşalesini yeniden yakmak. Bu bilinç aşka dönüştüğünde, aşkın buyruğunda yenilendiğinde ve arındığında soylu bir başkaldırı bizi çağırıyor demektir.

    Köklerimiz kardeşliktir, der Pakdil Usta! Kartal yavrularına yerde sürünme dersi vermeye çalışanların ilk müdahalesi, kökleri ‘bir’ ile muhkem kutlu topluluğu ayrıştırarak birbirine yabancılaştırmasıdır. Milliyetçilik adıyla burjuvazinin Fransa’da ortaya koyduğu hu kültürel ayrışma, Almanya’da ırka dayalı bir evrimle ortaya çıktı. Böylelikle Katolik dünyası parçalandı ve uluslaştırma sürecine sokuldu. Avrupa’da yükselmekte olan sermaye sınıfının kolay lokma olsun için inşa ettiği bir sistem olarak kurgulanan ulus devletler, yeni bir düzenin tesis edildiğine işaret ediyordu. Sanayi devrimiyle gittikçe artan hammadde ihtiyacının karşılanması ve ticaret kanallarının burjuva kontrolünde yeniden oluşturulması için milliyetçilik denilen sistemin hızlı bir biçimde Doğuya da ihraç edilerek, burada bütünlük arzeden siyasal ve toplumsal yapının parçalanması gerekiyordu. Coğrafyamızdaki son imparatorluğun ortadan kaldırılarak içerisinden onlarca ulus devlet kopyası siyasal yapıların ortaya çıkması ve bu yapıların Batılı devletler tarafından organize edilmesi ile vahşi milliyetçilik dönemi tamamlanmış oldu. Bu kanlı süreç, doğulu toplumların içerisinden devşirilen aydınlar kanalıyla entelektüel ve politik bir zemine oturtuldu. Emperyalistler tarafından çizilen milli sınırların kutsanması, mikro ideolojilerin ve ulus devlet aygıtlarının tanrısallaştırılması bu zeminde yapılan önemli faaliyetler olarak öne çıktı.

    Soğuk savaş döneminin sona ermesi, bir başka boyuttan ‘rafine milliyetçilik’ adı verilen micro düzeye indirgenmiş ayrıştırma politikalarının topraklarımıza taşınması yolunu açtı. Adına küreselleşme denilen ve başat aktörü Global sermaye olan bu yeni düzen, çatışma alanlarını çoğaltarak daha iyi kontrol edilebilir bir dünya arzulamaktaydı. Irklar, dinler ve mezhepler ayrışma noktaları olarak sürekli sıcak tutulmakta. Ulus devletlerin içerisindeki bu tür unsurlar birbirlerine karşı kışkırtılmaya çalışılmaktadır. İki yüzyıl öncesinin burjuvazisi, küresel sermaye düzenini egemen kılmak için her türlü aracı kullanarak ayrışmaları desteklerken üretmiş olduğu tekdüze kültür ile tüm dünya insanlığını aynileştirme ve anlamsızlaştırma yönünde önemli adımlar atmaktadır. Birbirlerine karşı şu ya da bu nedenle bilenen topluluklar ya da unsurlar hemen hemen aynı yaşam frekanslarına ya sahiptirler ya da sahip olmak için yeni dünya düzeni kurucularının kapısında beklemektedirler. Yaşam tarzları, dünyayı algılayışları, tüketim alışkanlıkları ve yaşam tasavvurları tek tipleştirilmeye çalışılan insanlık bütün değerlerinden arındırılarak piyasa şartlarına uygun ve kullanılabilir hale getirilmektedir. Bu açıdan bakıldığında herhangi bir ideolojiye, etnik ya da dini mensubiyete ait olmaklığın dünyaya enjekte edilen liberalkapitalist ve demokratik değerler çerçevesinde kaldığı müddetçe hiçbir sakıncası görülmemektedir. Ötekine karşı bayraklaştırılan her değer liberalizm değirmenine su taşıdığı müddetçe kabul edilebilir ve hatta teşvik edilebilir değerlerdir içinde yaşadığımız coğrafya, kadim medeniyet havzalarını barındıran konumu itibariyle her zaman dünyada güç gösterisinde bulunmak isteyenlerin iştahını kabartmıştır. Bu toprakların insanları bugünün dünyasında her zamankinde daha çok dikkat ve rikkat ile olanı ve olacak olanı değerlendirmek durumundadır. Müşrik bir zihnin ürettiği milliyetçilik ideolojisi, insanların kendi çabaları sonucu elde etmediği kimlikler (kan bağı- bir ırka mensup olma) üzerinden toplumları ayrıştırma stratejisi ile egemenlerin değirmenine su taşımaya çalışmaktadır. Sıkı ve dogmatik kutsalları olan modern sistemin evirilerek izlediği post-modern süreç bütün düşünme ve inanma biçimlerini sıradanlaştırıp, incesağaltılmış hale sokarak küresel saldırıya açık hale getirmektedir. Vahşi sömürge döneminin ‘medenileştirme’ politikaları artık ‘liberalizmi ve demokrasiyi’ egemen kılma perspektifi kazanarak topraklarımıza saldırı sebebi oluşturmaktadır. Yeryüzü, burjuva azgınlığının insani değerleri tahrip ederek, insanı paraya ve makinelere secde etmeye zorlamasının, çok renkliliği ve çok sesliliği boğmaya çalışmasının arenası haline getirilmeye çalışılıyor. Bu firavun mantık, dilden, felsefeye; düşünceden tarihe her şeyi kendi anlayışına göre yeniden tasarlıyor. Ancak ne yazık kİ halen sanrılarla hareket eden bir çok etnik unsurun, ötekileştirdiği yok etmeye çalışırken kullandığı argümanlar, yeni dünya düzeni adı verilen kaotik ortamın argümanlarıdır. Bu anlamda kapsamlı ve derinlikli bir biçimde tarihin ve zamanın ruhuna dönüşü gerçekleştiremezsek, adaletin, merhametin ve vicdanın zamanlar üstü simgesi olan sözün bayrağını yükseltemezsek çok çetin bir hesap günü hizleri bekliyor. Öyleyse buradan başlamak gerekiyor; “Lailaheillallah: Köklerimiz kardeşliktir ve dahi istikbal köklerdedir!

Önceki İçerikRuanda, Orada, Kavruk Bir Coğrafyada
Sonraki İçerikBağışlanmış Özgürlük