Evet tenimiz beyaz lâkin kanımız hala kırmızı (beyaz adamlar geldiler, kanları bulanmıştı, keşif, ihtiras, hırs ve çokça haz. beyaz adamlar kanları mavi, ellerinde peygamberleri adamlar, toprağı, havayı, suyu… ormanı ve gölleri kutsadılar, ah diyordu papalagi, güneşin denizle birleştiği yerde kara bir leke gibiydi gelişleri. Sonra o kara leke büyüdü büyüdü bütün afrika’ya bıraktı tohumlarını: göğü delen adam her dokunduğunu kutsadı). Bin dağ ülkesine varmadan önce Adisababa: ( başa geçen her kralın kendine ayrı bir başkent yonttuğu habeşiştan illerinde başkentlerden son başkent; habeş dilindeki adıyla “yeni çiçek”, sonra peygamber görmüş bir köle: bilal. seni andık senin yurdunda). Uzun saatler buradayız, burada; akreple yelkovan arasında. Bu ‘international airport’ta. Her yandan gelen, her yana giden, her tür ve şekilde insan içinde biz Türkiyeliler ( bayram iki adımlık mesafede, tüm zamanların en asil adanmışlığıyla, atamız İbrahim’e ve oğlu İsmail’e sonsuz şükranlarımızla):

    Kastamonulu Mehmet, Ankaralı Zeliha, Erzurumlu Osman, Diyarbakırlı Mustafa, Trabzonlu İdris, İstanbullu Şule, Yozgatlı bağrı yanık Bekir… Bir geceyi daha devirdik yüreğimizde ıssız bir sızı. Nizar Kabbani mırıldanıyorum; “Uçmak için her kuşun/ İçişleri Bakanının açıklamasına ihtiyacı olsaydı/ Yola çıkmak için her balığın/ Çıkış iznine ihtiyacı olsaydı/ Balıkların ve kuşların soyu tükenirdi…” Üstümüze biraz daha gökyüzü bulaştırma vakti. Ver elini Rvvanda: ( el, bilmediğimiz eller uzandığında nasıl olur da zifte döner bir coğrafya, pıhtılaşmış kanın üzerine kazınmış yazgımız, binlerce habil-kabil öyküsü, yeni soyulmuş söğüt ağacının kabuğundaki koku, binbirgece masalı değil bu. Bir milyon kez bozulmuş tövbe harmanı).

    Diyor ki adam: Yüzlerce yıl önce İslam; Müslüman savaşçıların bıraktığı yerden devralarak bayrağı, ilahi kelimetullah uğruna, helal kazanmak ve bir o kadar da ikram etmek uğruna, veren el alan elden üstündür düsturuyla tüccarların kalbinde taşındı buraya. Onlardan çok daha önce bir avucunda kırbacı diğerinde çarmıha gerilmiş peygamberiyle aynı ten. Kibrini şaklatınca gözlerimizde çakan şimşeği aydınlık bir uygarlığın künhüne yordu, insandık, gök ile yer arasında armağan bildiğimiz bir hayatı yaşayan insandık. Evet aynı tendi lâkin içinde balçıktan bir ruhu gezdiriyordu: (Belçikalılar geldiklerinde rvvanda’da birbirinin aynası iki kabile buldular, tutsiler ve hutular. çok olan hutuları kırıp, tutsileri parlattılar, uzunboylu ve güzelse tutsi, kısa boylu çirkinse hutu. fitne böyledir. düştü bir yere kendi kendini kaşır ve büyütür lanetini, öyle de oldu, nefret, kıskançlık ve ihtiras elbisesine bürünerek insanların arasında dolaşmaya başladı. Ev ev, sokak sokak yayılan mırıldanlamalar seslere, sesler uğultulara, uğultular homurdanlamalara… ve nihayet koyu bir çığlığın ağırlığı rwanda’ya çöktü).

     Dedim ki ben: Dünyanın göbeğindeki bu kızıl topraklar belki üstünde yaşanan acıyla belki de yaşayanlarının yaptıklarından duyduğu utançla bu halde. Nereye dönsen pırıl pırıl bir hayat. Nereye baksan cennet düşmüş bir coğrafya. Ümmet dedim. İçimden geldi. Yüreğimden döküldü. Rengarenk bir coşku. Özgürlüğün ve adaletin tecessüm etmiş hali: ümmet! Bu biliçtir tutar ve ayağa kaldırır insanlığı. Özlediği ve hak ettiği makamı ona ancak böylesi sahici bir duruş verir. Kimdir ki Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaz ve kendine başka ipler aramaya koyulur; boynuna geçirmiş demektir zillet ve alçaklık ilmiğini: (öldürüleceği kurşunu katilinden satın alarak kendisinin bu kurşunla öldürülmesi için yalvaranların ülkesi burası, cinnet nedir sorusunun şeksiz, şüphesiz ve doğrudan karşılığıdır rvvanda. birdokuzyüzdoksandört nisan ayında yaşananlar, ellerine tutuşturulmuş palalar, baltalar ve bıçaklarla komşularından başlayarak caddeleri, kasabaları ve şehirleri mezbaha haline getiren katil sürüleri, yüz günde sekizyüzbin kişi, yalnızca dört günde dörtyüzbin kişi paramparça, öldürmekten yorulan katiller canlı kalanların kaçmamaları için önce aşil tendonlarını kesiyor, biraz dinlendikten sonra işlerine devam ediyorlar, doğal rengi zaten kızılmış bu toprakların, şimdiki kızıllık ise üzerinde yaşanan utançtan).

     Şöyle diyor İsmail: (İsmail yıllar yılı afrika’nın bir çok bölgesinde yaşamış genç bir türkiyeli. şimdi ıwanda’da büyükçe bir ev kiralamış, yanında iki tane de can dostu var. devletten anne ve babası öldürülmüş 25 yetim almışlar evlerinde bakıyorlar. Süleyman Hilmi tunahan bağlılarından) Her ne kadar mevcut nüfusun onda biri (toplam nüfus on milyon) Müslümanlardan oluşsa da (diğer çoğunluk hristiyan) yeni dönemde en itibarlı kesimi oluşturuyorlar. Çünkü yüz günlük çildin zamanlarında kendilerine sığınan kim varsa korumuşlar ve katillere vermemişler. Kapılarını zalimlere açan kiliselere karşın mescidler mazlumların sığınağı olduğu için devlet de Ehl-i İslam’a sıcak bakıyor. İsmail, kendini ne güzel bir uğraşa adamış (ki yüreğimiz serinliyor, elimizde avucumuzda ne kadar emanet varsa, ne kadar adak ve akika parası varsa ona veriyoruz, ümmetin emaneti, emanete ehildir diye şahitlik ederek).

    Sessizlik: bu sessizlik. Ruhumu tırmalayan söğüt kabuğunun kokusu. Yüzbinlerce cesedin sokaklarda, caddelerde günlerce çürümeye terk edildiği bir aralık, bu o koku. Televizyonlarda birkaç saniyelik görüntü. İnsan, insanlığının yok edildiğini seyrederken bu kadar mı insanlıktan uzak olur? Anlamını yitirdiğinde ölüm de dünyalaşır (kimse konuşmuyor kimse, neden diye sorduğumda utanç veren bir suskunlukla karşılaşıyorum, nasıl bir canavarlık ki bu, hiç gözünü kırpmadan onlarca yıl yaşadığı komşusunu keser, komşusunu., komşunun kızını., komşusunun kızının karnındaki bebeği., aklıma haydar ergülen şiiri düşüyor: “insanlar insanları öldürmek için doğuyorlar yaşatmak için değil/ insanlar en çok birbirini anlamamak üzere anlaşıyorlar/ insanlar birbirine göre değil/ yaşarken ölüm gibi diyorlar aşka/ birbirlerini öldürüp aşk diyorlar buna da.”) Sıyırıp alıyorum birinin üstünden sessizlik örtüsünü. Geride çırılçıplak bir vicdan kanıyor.

Görüldü: 1. Gisenyi:
   Kongo ve Uganda sınırındaki Gisenyi bölgesine ulaşmak için uzun ve zorlu bir otobüs yolculuğu yapmamız gerekiyor. Yol, Karadeniz’i aratmayacak doğal güzellikler içinden geçen ana yol. Halk bu tek asfaltı aynı zamanda yaya yolu olarak da kullandığı için kalabalıklar arasından geçmekte zorlanıyor otobüs. Ancak ülke genelinde hız sınırı 60 km ( ülkede sokaklarda ve kamuya açık yerlerde sigara içmek, mini etek ve dekolte giymek yasak, sokakları tertemiz çünkü her ayın son cumartesi günü genel temizlik günü) ve her yerde askeri kontrol noktaları var. Bu da sürücülerin oldukça dikkatle araç sürmelerini sağlıyor. Askerlerin uyarı yapmadan ateş etme yetkileri var. Bir dağdan ötekine tırmanıyor aracımız. Yol boyunca Çin firmalarının yol yapım çalışmaları sürüyor (yollarda ve bazı geniş arazilerde kırmızı elbise giymiş insanların çalıştıklarını görüyoruz, bunlar mahkumlar diyor rehberimiz, soykırımdan sonra katillerin bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı ise yakalanarak halk mahkemelerine çıkarılmış, onlara iki seçenek sunulmuş ya idam edilecekler ya da halktan özür diledikleri takdirde devlet ve kamu yararına 25 sene çalışarak ceza indiriminden yararlanacaklar, kırmızı urbalıların bu insanlar olduğu öğreniyoruz).

    Bizler, üç öğün ya da daha fazla yemeye alışmış insanlar, yerli halkın günde bir öğün yediklerini duyunca şaşırıyoruz. Ülke nüfus yoğunluğu bakımında Dünya’da ilk sıralarda yer alıyor. Gisenyi’ye vardığımızda akşam olmak üzere ve hızlı bir biçimde kalacağımız yere intikal ediyoruz. Bu şehir Rvvanda’nın büyük kentleri arasında yer alıyor. Ana bölgeler hariç hiçbir yerde elektirik yok. Kent toprak yollar nedeniyle toz bulutu içinde.

     Ertesi gün bayram. Bayram namazları burada tek merkezde kılındığı için hayli kalabalık bir Müslüman topluluğu var. Namaz sonrası bizi Afrika’nın büyük göllerinden biri olan Kiwu Gölü’nde kano içerisinde zorlu bir yolculuk bekliyor. Karşımızda Congo Cumhuriyeti toprakları/ karşımızda hala dumanı tüten yanardağ. Gece bakıldığında üzerinde kesif bir kızıllık. Gölün çevresinde bir çok Müslüman köyünde insanlar kurbanlıklarını hazırlamışlar bizleri bekliyorlar. En güzel elbiselerini giymişler daha da güzel olmuşlar. Bu denli yoksul olup bu denli hayat dolu olmaları ne güzel.

2.Umutara:
   İki kafadar (diğeri osman- herlin wefa yardım kuruluşu elemanı) ülkenin en uzak bölgesine gitmek üzere yola koyulduğumuzda orada karşılaşacağımız güzelliklerden habersizdik. Bölgenin imamı refakatinde kurbanları kestikten sonra ESİM adı verilen özel bir okula götürüldük. Bu okul genç Müslümanlar tarafından açılmış lise öğrenimi yanında Islami bilimler de öğreten bir merkez. Yüreklerini ortaya koymuş güzel insanlar, gayretleri ile 300 civarında öğrenciye hizmet vermeye çalışıyor. Yatılı bir biçimde oluşturulan eğitim kurumu bir çok eksiklikleriyle beraber ayakta kalmaya çalıyor. İnşaat halindeki kız bölümü fırtına dolayısıyla yıkılmış durumda. Yemekhane ve yatakhaneleri harap vaziyette. Sınıfların bir çok penceresinde cam bulunmamakta. Kendilerinden okulun durumuyla ilgili bir dosya hazırlamalarını istediğimizde kısa sürede kapsamlı bir dosyayı elimize tutuşturdular. Gerçekten de bölgede sevilen ve sayılan imam Munyanziza Hamuduni bu vesile ile Müslümanların durumuyla ilgili ayrıntılı bilgiler vererek yardıma ihtiyaçları olduğunu beyan etti. Biz de hem okul hem de bölgedeki diğer merkezler hakkında gerekli notları aldıktan sonra şunu söyledik: Her hal ve şartta bizler ümmet olmanın sorumluluklarına inanıyoruz ve sizlerin eksikliklerini Türkiye’de ki kardeşlerinize ileteceğiz ve elimizden ne geliyorsa yapmaya çalışacağız. Orada uzak bir mescitte minik talebelerin ‘peygamberimizi yabancı birisine nasıl tanıtırsınız?’ sorusuna şarkılar söyleyerek verdikleri cevap halen kulaklarımızda.

3.Kimonyi:
     Bir zamanlar bu dünya da Osmanlı adı verilen bir insanlık adası vardı. Kimin başı darda kalsa, bir felakete uğrasa koşup bu adaya sığınırdı. Ve bilinirdi ki yalnızca Allah’tan dileyen bir topluluk ancak adaletin ve merhametin limanı olabilir. Kamonyi bölgesinde Cuma namazını erkekli kadınlı büyük bir cemaatle kıldıktan sonra bölge müftüsünün Osmanlı’ya yaptığı vurguydu böyleydi. Osmanlı torunlarının Rwanda’da yaptırdıkları ikinci caminin açılışındayız. 2009 yılında yine Kurban organizasyonu dolayısıyla bölgeye gelen dostların yaptığı çalışmanın bir sonucu bu. Türkiye’nin artık Osmanlı’nın misyonuna geri dönmekte olduğunu vurgulayan müftü efendi caminin çevresindeki geniş arazinin de devlet tarafından Müslümanlara bağışlandığını ve burada büyük bir külliye inşa etmek istediklerini belirtti (rwanda genelinde 610 cami olduğu, bu camilerdeki görevlilerin iaşesini halkın karşıladığı ancak bu imamların bağlı olduğu müftülüğün devlet nezdinde resmi bir statüsünün bulunduğu kaydedildi). Bu güzel sözlere binaen açılışını yapacağımız caminin ismini de bulmuş olduk: Osmanlı Camii.

Önceki İçerikTarihsel Üç Ana Kırılma
Sonraki İçerikHerşeyi Yeniden Tasarlamak