14 Nisan 1909 bu toprakların tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor. Gregoryen Takvimi’ne göre yüın 90. gününe isabet eden ve 31 mart olarak da bilinen bu tarihi eşik, özellikle bir kişinin anlam dünyasındaki dönüşümün başlangıcıdır. Bu kişi İslam alimi Said-i Nursi’den başkası değildir. Nüfus kaydındaki ismi Said Okur’dur. Ve tabileri – takipçileri onu Bediüzzaman [ki bu isim genç yaşlarında kendisine hocası Molla Fethullah Efendi tarafından verilmişti) olarak anarlar. 31 Mart olayları sonucunda dönemin sultanı 2. Abdulhamid bir hâl fetvası ile iktidardan uzaklaştırılır. Sultanın iktidardan düşürülme sürecinde iki kişi dikkatimizi çekmektedir. Müstebit yönetim olarak gördüğü dönemin iktidarına ‘yaşasın zalimler için cehennem’ diyerek en sert muhalefeti yürüten Said- Nursi [ki Vanda Medresetü’z-Zehra isimli bir okul kurma fikrini gerçEkİEştirebilmek için 1907 yılında II. Abdülhamit’e dilekçe vermek amacıyla selamlık törenine üzerinde yöresel kıyafetleri, başında sarığı ve hançeri ile katılmıştı. Bu hareketi sonucunda tutuklanıp akıl hastanesine kapatıldığı bilinir) Abdulhamid’in tahttan indirilmesine yönelik fetvayı hazırlayan Elmalılı Hamdi Yazız ( elbette böyle bir fetvanın yazılmaması durumunda sultanın öldürüleceği tehdidini dikkate almak gerekir). Bu dönemi ve bundan sonraki yaklaşık on yıllık dönemi ‘eski Said’ dönemi olarak yad eden Said-i Nursi, “Eski Said, daha ziyade akılla gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder.” Diyecektir. İstibdat olarak gördüğü yönetime karşı özellikle dönemin komitacı hareketi İttihad ve Terakki Cemiyeti ile düşünce birliği içerisinde yürüyen eski Said, Enver Paşa ile yakın irtibat halinde olmuş, bu ilişki Işarat’ül I’caz isimli eserinin kâğıt masrafının karşılanması ve devlet matbaasında basılması kadar yakın olmuştur. Hatta bazı kaynaklar Cemiyet tarafından oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa adlı gizli istihbarat örgütüne katıldığım ve Bitlis’te Rus işgaline karşı böyle bir görevlendirme ile bulunduğunu belirtirler. Balkan savaşları hezimeti ve İmparatorluğa son veren Bünya savaşı ile birlikte Anadolu’da teşekkül eden yeni yönetime katkı sunmak amacıyla Mustafa Kemal’in çağrısına karşılık vererek Ankara’ya gelmiş lâkin oluşturulmaya çalışüan düzenin İslami esaslardan ayrıldığı hükmüne vararak Van’a dönmüştü. Bu dönemde özellikle Abdulkadir Geylani’nin Fütuhül Gayb adlı eserinin üzerinde önemli tesirleri olduğu görülür. Ve yeni Said olarak adlandırdığı yıllarda Risale-i nur Külliyatının büyük bir bölümünü kaleme alır.

       Said-i Nursi örneği medeniyetimizin 300 yıla yakın hezimete uğramışlığının işaretlerini taşıması bakımından önemlidir. Çünkü eski Said olarak adlandırdığı dönemde sürdürdüğü mücadelenin, batılı paradigmanın Müslüman dünya için kurguladığı siyasal ve sosyal alan içerisinde yapılandırılmış yöntemler bütünü olduğunu görmesi açısından bizlere ufuk açar. Tarih Müslüman topluluklarının bir çok kez yenildiklerine, sıkıntı içerisine girdiklerine şahit olmuştur. Onlarca yü süren haçlı seferleri, kentlerimizi yerle bir eden Moğol istilası gibi. Ancak kendilerine dönüp bu felaketlerin sebepleri üzerinde dururken varoluşlarını sağlayan değerlerden uzaklaşmış olmaları ve gereği gibi adaleti tesis etmemeleri gibi sonuçlar çıkarmışlardı. Oysa son yenilgilerinde yani modern dünyanın sömürgeci mantığı ile üzerimize çöreklenmeye haşladığı dönemlerde, bunun sebepleri üzerinde durulurken ortaya konulan düşünce bizi mağlup edenlerin değerlerini gereği gibi özümsememe olarak tespit edildi. Bu önemli eşik kimlik ve kişilik kırılmasını da beraberinde getirdi. Modern dünyanın başat ilkesi olan ilerleme ideolojisi, batı dışı toplumlarda her ne pahasına olursa olsun sürece dahil olma saplantısı oluşturdu. Bu noktada yani toplumun ıslahını ve geleceğini ilericilik-gericilik eksenine oturtarak, varoloşumuzu sağlayan değerlerin gerilememize yol açtığı, ilerlemenin ise modernist mantaliteyi genel geçer kılmaktan geçtiği anlayışına karşı Said-i Nursi tedbir noktasında önemli bir duruş sergiledi. Medeniyetimizin batı ile karşüaşmasında oluşan sonucun karşımızdaki gücün araçlarına sahip olmamamızla ilgili olduğu vehmi yeni Saidi ve onun muhteşem eserlerini inşa etti. Gerek Ahdulhamid’e karşı İttihatçılarla birlikte sürdüdüğü mücadele, gerekse Ankara’da gördüğü manzara, ‘galiplerin konsepti’ ile sürdürülmeye çalışılan mücadelenin içeriksiz ve teslimiyetçi bir tarz olduğunu ortaya koyuyordu. İslam’ı onlarca modern ideolojiden biri olarak ele alıp ‘İslamcılık’ üzerinden muhalif bir paradigma inşa etmenin aslında karşı tarafa bakarak kendini yeniden tanımlamaktan başka bir işe yaramayacağı açıktır. Yani batının siyaset, teknik ve araçlarına sahip olmakla birlikte müslümanca bir inanış örgüsünü yaşantımıza aktarma sürecinin bize götüreceği yer seküler bir dünyadır. Hesabı kitabı ve mantalitesi galipler tarafından oluşturulmuş bir dünya. Yeni Said’in ortaya koyduğu Risale-i Nur eserleri böyle bir dünyaya karşı içerden, kararlı ve sağlam bir cevap içeriyor. Kendisini tarumar eden bir güce öykünme yerine, kendi varoluşunu oluşturan değerleri tahkim eden çizgi. Başına İslami yaftası konularak her türlü müptezelliğin meşrulaştırmaya çalışıldığı aptallık ve ziyan dönemi yerine köklerimizdeki adalet ve özgürlüğü önceleyen süreci yani insanlık tarihinde Tevhid ilkesi ile kaim bir dönüşü/mü kararlılıkla devam ettirme bilinci. Elbette akıl-kalp ittifakıyla!

Önceki İçerikBağışlanmış Özgürlük
Sonraki İçerikEskilerin Masalları