Hikaye;
iki kurbağa bir süt güğümüne düşmüşlerdi. Biri bir süre çırpındı, sonra kurtulma umudu olmadığını görünce kendini bıraktı ve boğularak öldü. Öteki yılmadı, çırpınmasını sürdürdü. Çırpındı, çırpındı, çırpındı ve… Kollarındaki gücün tükenme noktasına gelmek üzere olduğu anda birden, güğümün ağzına dek çıkmış olduğunu gördü. Çünkü artık, içi süt dolu bir güğümün dibinde değil, içinde tereyağı olan bir güğümün ağzında bulunuyordu. Güğümden çıkıp özgürlüğüne kavuşabilmesi için şimdi yalnızca basit bir sıçrama yapması gerekiyordu. Güğümün dibinde boğulmaktan kurtulabilmek için çırpınması sonucu süt çalkalanmış ve şimdi üzerine durduğu bu tereyağı tepeciğine dönüşmüştü.

Kurbağanın bu çabasını merakla izleyen çiftçi, önemli bir gerçeği fark etti: “Madem süt güğümü içindeki bir kurbağa çırpınarak tereyağı üretebiliyor” dedi. “O halde tereyağı için yayık sallamama ve bundan dolayı yorulmama gerek yok. Kurbağaları süt güğümlerine atarım, biraz yavaş da olsa, üstelik hiç zahmet çekmeden tereyağı elde etmiş olurum.”

işin kolayını bulan çiftçi, çok önem verdiği bu buluşunu, zaman yitirmeden uygulamaya koydu. Üç, dört güğüm daha getirdi. Getirdiği güğümlerden birincisi ilkinden, İkincisi birincisinden ve üçüncüsü de İkincisinden daha genişti. İçlerine süt doldurdu. İlk güğümde çırpınarak tereyağını oluşturan kurbağalar dışarı çıkmak için zıpladıklarında içi süt dolu bir başka güğümün içine düşüyorlar ve burada çırpınmaya ve dolayısıyla tereyağı oluşturmaya devam ediyorlardı. Güğümlere atılan kurbağalar arasında, biraz önce özgürlüğüne kavuşan yorgun kurbağa da vardı. Deneyiminden tüm arkadaşlarını yararlandırmak için, sesinin var gücüyle viyaklıyordu: “Arkadaşlar, umudunuzu sakın yitirmeyin. Hep birlikte çabalarsak, tereyağını daha çabuk üretiriz ve boğulmaktan da bir an önce kurtuluruz.”

Güğümlerdeki tüm kurbağalar boğulmamak için çabalıyorlar, tereyağı üretimlerini hemen yaparak, boğulmak tehlikesinden bir an önce kurtulmaya çalışıyorlardı. Onlar bu gayretlerini sürdürürlerken, çiftçi ise keyfinden ellerini ovuşturuyordu. Sütler tereyağına dönüştükçe güğümleri boşaltıyor, içlerine yeniden süt dolduruyor ve sonra da biraz dinlendirdiği kurbağaları yeniden, süt dolu güğümlere atıyordu. Güğümlerde oluşan tereyağını boşaltıp, güğümlere yeniden süt doldurmaktan başka yapacak işi kalmayan çiftçi, işini şimdi daha az yorularak yapıyor, parasını ise daha kolay kazanıyordu. Kurbağalar ise, güğümün dibine her atıldıklarında birlikte çalışarak boğulmaktan kurtulabiliyorlardı ama, kurtulduklarını sandıkları an, kendilerini yeni güğümlerin diplerinde buluyorlardı. İşin içinde bir terslik vardı ama, kurbağalar bunun ne olduğunu bir türlü göremiyorlardı. içlerinden bu duruma dayanamayanlar öldüler, dayanabilenler ise, köle gibi çalışıp, tüm güçleriyle özgürlüğe kavuşmak için çırpınmalarını sürdürdüler.

Haşiye:
Bugün toplu isyanların yaşandığı coğrafyalarda şirazenin çıkması bir değerler sistemi olarak vücut bulan Osmanlı dengesinin ortadan kaldırılması ile başladı. Uçsuz bucaksız bir dünya parçalandı ve birlikte yaşayan halklar arasına sentetik sınırlar çekildi. Kabile asabiyetinin horlanmasıyla zoraki devletleştirilen halklar birbirlerine düşman edildi. Bu mizanseni ortaya koyanların niyeti ve hedefleri bilinen vahşi sömürge anlayışından öte değildi. Üstün ve erişilmez ve kahredici bir telakki olarak Batı, insanların anlayışlarını, yaşamlarını, değerleri küçümsedi. Böylesi bir aşağılanmadan çıkış yolu ise yine standartları Avrupalılar tarafından belirlenmiş konseptler olarak vazedildi. Bunun için toplumun ileri gelenlerinin çocukları eğitimden geçirildi. Avrupa merkezlerinde baş döndürücü bir yaşam tarzıyla karşılaşan bu gençler, bir nevi ‘tecavüzcüsüne aşık olmak’ gibi bir gaileye gönül verdiler. Çok renkli, çok kültürlü bir coğrafyanın çocukları ülkelerine geri döndüklerinde asabiyet merkezli, ötekileştirici bir üslupla yeni bir evren inşa etme kaygısına düştüler. Yüzyıllar boyunca hiçbir zaman bir üstünlük vesile oluşturmayan değerler yeniden tanımlanarak halklar arasında kin, nefret ve başkalaşım unsuru haline getirildi. Ümmet olarak insanlık ailesinin geniş ufkuyla hareket etmenin kazanımı olan derinlik, etnisite bağlamında körleştirildi. İmparatorluk insanı olarak doğanlar ve büyüyenler, öldüklerinde sınırları sömürge düzeni tarafından çizilmiş, kutsal devletçiklerin topraklarında ve ceberut iktidarların gölgesinde gömüldüler.

Arap sokaklarında milyonların seslendirdiği vatan, millet ve özgürlük gibi sloganları bir zamanlar Osmanlı Devleti’nden kopmak ve bağımsızlaşmak için kullanılmıştı. XX. Yüzyılın başında Batı’nın koruması, kollaması ve her türlü desteği ile sürdürülen mücadele sonunda kendilerini -her kabileye ya da kabileler federasyonuna- birer devlet bahşedildi. Başlarına birer bayrak dikildi. Önce sömürge valileri daha sonra diktatörlük mevkileri ihdas edildi. Bir vatanları ve vatanları içinde yaratılmış milletleri ve milletlerinin kavuştuğu özgürlükleri vardı. Şimdi yine aynı sloganlarla yüzyıl önce inşa edilmiş değerler ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Halklar yine meydanları doldurarak statükoya meydan okuyor ve yine birileri buna çanak tutarak ‘devrim’ diyor. Ünlü para spekülatörü Soros’un enerji kaynaklan üzerinde yaşayanların diktatörlüklere değil, demokratik bir yaşama ihtiyacı olduğunu söylemesi, bütün bu olandan kimlerin ne devşireceğini göstermesi bakımından anlamlı. Satın alınmış rejimler yine başka bir üslup ve boyutta ve daha küresel jargonla satın alınmakta olan kitleler tarafından devrilmeye başladı. Ortadoğu jeopolitiği, enerji hatlarının çok uluslu şirketler lehine yeniden dizayn edilmekte. Bölgedeki halkların her kalkışmanın Batı merkezleri tarafından devrim olarak nitelendirilmemesi, örneğin Libya’da direnişlere her türlü destek verildiği halde Bahreyn despotunun devrilmesi için harekete geçenlerin ezilmesine göz yumulması bir yerlerde derin uluslararası komplonun ipuçları veriyor.

Elbette ki dün olduğu gibi bugün de ümmetin üzerinde kene gibi yuvalanan müstekbirleri tanımayacağız ve reddedeceğiz. Ve şunu bileceğiz ki gerçek direniş ve özgürleşme sınırları Batı tarafından çizilmiş verili konseptler! değil, değerlerimizle inşa edeceğimiz bir hayatı öngörüyorsa anlamlı olacaktır. Bu da ancak Müslümanlığımızın bize kazandırdığı feraset ile mümkündür.

Önceki İçerikİlahi Hikmet ve Hakikat
Sonraki İçerikTarihsel Üç Ana Kırılma