Şunu iyi bil ki insanın “Lailaheillalah” demesi onun kendisi için kimlik irad etmesidir. Bu kimlik, insana ne yapması gerektiğini, nasıl davranması, hayatını neye göre belirlemesi hususunda bilinç evreni oluşturur. Öyle ki İslam oluşun ötesindekiler de aynı söz üzere ahitleşmeye çağrılır: “Gelin ortak bir sözde (kelimede) buluşalım” deyişiyle Kur’an bu duruma vurgu yapar. Bu söz ile yürüyüşünü başlatanlar, gereğini yerine getirdiklerinde kişiliklerini inşa etmeye başlamışlar demektir. Ümmet denilen çok boyutlu ve çok sesli Allah’ın ve Peygamberinin terbiyesinden geçmiş insanlar bütününde üç önemli değer yaşama katılır: Asalet yani Allah’tan başkasına boyun eğmemeyi gerektiren bir duruşla dünyayı okuma; basiret yani arınmış bir yürek ile iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini birbirinden ayırt etme duyuşuna kavuşma ve feraset ki bilmenin ötesine geçip bir bilinç sahibi olabilme.Şunu bilmek lazımdır ki, merkezinde Tevhid’in olduğu bir akıl, bilgi ve yaşam algısı ile yeryüzünü değerlendirdiğimizde varacağımız sonuç, dünyanın ahiretin tarlası olduğu ve burada yapıp ettiklerimizle kesintisiz bir yaşamı oluşturacağımızdır. İnsanın bütün alanlarına söz söyleyebilen, çözüm önerebilen ve müdahale edebilen bir anlam dünyası olarak İslam, bağlılarını sürekli olarak tazelenen bir bilince çağırmaktadır. Bu, ahlaklı ve erdemli bir aklın, Vahiy ile test edilen anlayışı inşa etmesiyle kendini gösterir. “Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş” bir rehberin hayata dair söz ve davranışları Müslümanlar için hayatı organize etme açısından önemli ilkeler içerir. Başı boş bırakılmamış, Vahiy ile teorisi belirlenmiş, Peygamber ile de pratiği ortaya konulmuş bir çizgi ancak bugünün dünyası için umut olabilir.Lakin durum şudur ki, ahlak düzeni parçalanmış ve değerleri metanın etik algısına indirgenmiş bir düzlemde, salt aklın denklemi ile kurulan hazlar dünyasında yaşıyoruz. Sentetik ve kurgusal değerler sistemi, ‘tek Tanrı’nın egemenliğine dayalı eski düzen olarak kodladığı’ evreni parçalayarak, her hazdan birer tanrı yontmaya koyuldu. Öncelikle bir ve birlikte baktıklarında bir anlam ifade eden insanlık, indirgemeci bir mantıkla bireyleştirildi. Denetlenebilir ve yönlendirilebilir yalnızlaştırma çabaları ile boşluğa düşen insanın iradesi elinden alınarak, varlığını tekrar ispat etmeye yönlendirildi. Bu, kendini gerçekleştirme sürecinde, para, güç, kariyer, daha fazla sahip olma, daha iyi tüketme gibi enstrümanlar üretildi. Daha nitelikli ve kaliteli yaşamın kodları, ötekileştirme ve ötekileştirdiklerini ekarte ederek kendine daha geniş alan açabilmek için çılgınca bir yarışa sürülme olarak kendini gösterdi. İnsanlar yapay gerçeklikler içerisinde yeniden tanımlandı. Bu gerçeklikler, kardeşlik, vefa, yardımlaşma gibi ilkelerin yerine yabancılaşma, alt etme, her ne şekilde olursa olsun kazanma hırsını ikame etmeye yeltendi. Değerle, anlamla ve ilahiolanla bağlantısı kesilerek sürüleştirilmiş yığınlar, bu ‘heves’e kurban edildi. Modern ulus devlet denilen devasa ve alımlı çarkın köleliğine vazedilen değerler adına kendini adayan birey, ruhsuzlaştı ve hemcinsine makineye bakar gibi bakar oldu. Mutluluğa ulaşmak için öne sürülen bütün araçlar kısa zamanda insanı öğüten makinelere dönüştü. Weber’in “yeni putperestlik çağı” dediği bir zaman dilimini yaşar olduk. Tek bir tanrıya boyun eğmeyi reddetme kibrine kapılan insanoğlu, yüzlerce tanrıyı sırtında taşımaya mahkûm edildi. Altta kalanın canı çıksın çağına vasıl olduk. Zamanın imbiğinden süzülerek olgunlaşan ve insanı yüceltmeye çağıran değerler tam da müşrik bir mantıkla ‘eskilerin masalları’ denilerek reddedildi. Her türlü düşünme biçimi, ideoloji ya da dini/felsefi anlayış, kısa sürede direnme noktaları kırılarak bu kafir sürecin içine çekildi ve dönüştürüldü. Egosunu tatmin etmek ve  yüceltmek adına ötekini her yol ve yöntemi kullanarak yok etmeye azmetmiş gözü dönmüş yaratıklar, kendi cennetlerini kurmak adına dünyayı ateşe vermekten çekinmediler. Allah’ın her insan için öngördüğü irade, özgürlükler adı altında nefsin köpekliğine ram edildi. Dünya, tek boyutlu, tek kültürlü ve merkezinde azgınlaşmış hayvan dürtüsünden başka bir şey taşımayan bir alamete dönüştürüldü. Böylelikle daha fazlasına sahip olma hazzı, yaratılmışların en şereflisi olma payesi verilen bir varlığı ‘aşağılık maymunlar’ derecesine indirgedi.

    Peki biz nerede duruyoruz? Bize bir gurbet hali yaşadığımızı, her şeyin gelip geçici olduğunu, yabancı olarak yer aldığımız bir mekâna ilişkin Tanrısal dürtülerle davranmamamız gerektiğini belirten ve sürekli şekilde ahireti hatırlatan bir dinin tabileri olarak biz nerede duruyoruz? Yukarıda değindiğimiz sürecin çok da uzak olmayan bir yerindeyiz. Albenili ve dönüştürücü bir dünyaya karşı, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ sözü kutsal metinlerin etnoğrafik bir imgesi gibi duruyor ne yazık ki. Bizleri içinde eritmeye çalışan devasa haz makinesi değerlerimizi dönüştürürken, içinde yaşadığımız şartları olağan durumlar olarak propaganda etmekte. Hızlı bir uyum süreci için şimdiki zamana katılmamızı öngörmekte. Elbette bu tür teslim alınma mekanizması başta Tevhid ilkesi olmak üzere hayatımızın her alanını tarih/ zaman dışı bir perspektif olarak algılamamızı vehmediyor. An denilen kurgunun çıkış noktası, her şeyin hızlı bir biçimde değişebilirliğine, bu çılgın organizasyonun kendi değerlerini her şeyden bağımsız olarak yeni baştan defalarca oluşturduğuna/ oluşturmaya devam ettiğine bizleri inandırmasıdır. Ki özellikle Müslüman muhayyile, bu kaotik sapmanın hayatı kolaylaştırıcı nimetler barındırdığına ikna olmuş vaziyettedir. Kadim geleneğimizin bakış açısı Allah’tan yola çıkarak her olanı açıklama cihetinde iken, şimdinin aklı, kendini merkez alarak Allah dahil her şeyi tanımlamaya çalışmaktadır. Modern paradigmanın varlık alemini ikiye ayırarak Tanrısal olanı metafizik alan olarak tanımlayıp devre dışı bıraktıktan sonra her şeyi maddi-meta evreninde yeniden biçimlendirmesiyle kurduğu evrende Müslümanlığımız yalnızca kültürel bir öge olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Bu bağlamda günümüzde Müslümanların gönüllü-istekli adanmışlıkla modern olana teslim oluşlarının getirmiş olduğu şizofreni ile karşı karşıyayız. Merkezdeki tek belirleyici ilke olan Tevhid, aklın öngörüleri ile rasyonal bir olgu olarak tanımlanıp sınırlandırıldığında, geri kalan çok geniş bir alan putperest bir mantıkla yeniden yorumlanmakta ve ortaya, her şeyin hakimi olan Allah’ın yanında, bedene, arzuya, hırsa, egoya, ihtirasa yontulan putların işvekar gölgeleri düşmektedir.

     Tanrı’yı yalnızca ‘yaratan’, yarattığının yasalarını oluşturup köşesine çekilerek olup biteni izleyen bir seyirci konumunda tutan bir anlama biçimi olarak modernite, Müslümanları da bu çerçevede bir ilah algısına davet etmektedir. Bu algı, inanmış insan-mümin olarak Allah’ın düzeni içerinde harmoni oluşturan bir denge öznesi olmaklıktan ayrılarak, her şeyden bağımsızlaşan, öteki olarak gördükleriyle yarış içerine girip dünyada cennetini oluşturmaya çalışan birey haline dönüşü ifade eder. Modernitenin hayat bulduğu rahim olan Batı’nın inşa ettiği ‘birey’in, Müslüman dünyasında gördüğü karşılık yalnızlaştırılmış ve şeytanın müdahalesine açık insandır. Kur’an terbiyesi, yoldan çıkarıcı bir unsur olan şeytana karşı niyette, sözde ve davranışta vasat olmayı öngörürken, modernite, kullandığı araçları meşrulaştırmak adına ‘etik değerler’ kamuflajını kullanarak yeni dünya düzeni kurgulamaktadır. Moderniteye göre etik, bireyin her türlü kutsal değerden arındıktan sonra kendini gerçekleştirmeye başlamasıyla yapıp ettiklerini meşrulaştırıcı duyuşsal enstrümanlardır. Her hale ve duruma göre değiştirebilir, bozulabilir ve yeniden oluşturulabilir. Bu durum ‘ego’nun kendini sağlama alma kaygısı üzerinden kurduğu vicdani sorumluluklar olarak belirir. Oysa ilahi hikmet, ahlakı, insanın varoluşundan beri süregelen, olgunlaşmakta olan ve mükemmel biçiminin de son peygamber tarafından temsil edildiği kesintisiz değerler sistemi olarak görür. İnsanoğlunun tarihsel yürüyüşünde oluşabilen kırılmalar ya da sapmalar ilahi müdahale ile düzeltilir. İlahi dengeyi devre dışı kabul ederek oluşturulan her düzen şeytan tarafından sistematize edilmiştir. Günümüzün Müslüman algısında meydana gelen sekülerleşme, doğal bir süreç olarak kabul edilmekte, gündelik yaşamdaki değerlerin şeytansı içeriği kapatılmaya çalışılmaktadır. Modernite ile hesaplaşmayı göze alamayan bir zihnin, onun enstrümanlarını İslamileştirerek içselleştirmesi, İslam’ı müdahale eden ve kurucu unsur olmaktan çıkararak seküler alana entegre olan adaptasyon aracı biçimde görme çarpıklığına yol açmaktadır. İnsan, dünyaya ait bir varlık olarak sınırlandırıldığında, muhayyilesi her türlü spekülatif etkiye açık hale gelmektedir.

     Şunu anla ki; varlık sebebimiz, Tevhid olmakla, vahiyle denetlenip, düzeltilmekle kaim olan, nimeti, Allah’a teslim olmuşluğumuzda gören, birbirimize güzel ahlakı tavsiye etmek ve göstermek, aramızda adaleti ve merhameti yaygınlaştırmak, özgürlüğü dünyayı sırtımızda taşımak için çaba göstermekte değil, dünyayı ayaklarımızın altına almakta bulan, kazancın yalnızca iyilik yaptığımızda ortaya çıkan hasıla olduğunu bilen, karşımızda yükselen şirk medeniyetine göre değil, ilahi hikmet ve hakikate göre kendine tanımlayan ve kuran bir bilinç evreni içerisinde sahih bir anlam kazanacaktır

Önceki İçerikGayesizce Üret, İnsafsızca Tüket
Sonraki İçerikKurbağa Devrimleri