O kırk derece sıcakta buz satan telaşlı bir adam. Zaman hızlıca geçiyor ama onun anlatacağı o kadar çok şey var ki, başına gelen felaketi anlamaya, anlamlandırmaya çalışırken, daha büyük bir felaket olan, “başına gelen felaketin farkında olmayan” İnsanları uyarmaya çalışmasının zorluğu. Panikliği bundan. Bu yüzden “Dünya bize, biz hakikate muhtaç” ifadesiyle bir medeniyet tasavvuru oluşturmak için binlerce öğrenciyi eğitmek niyetinde, bunun için bir okul kurdu; “Medeniyet Tasavvuru Okulu”. Her yere gidip öğrencilere anlatıyor. Hadi hayırlısı. İletişimci, profesör, akademisyen, yazar, çevirmen. 1964, Sivas doğumlu. Güzel Sanatlar Fakültesi, sahne ve görüntü sanatları bö- lümü, Sinema-TV ana sanat dalından mezun oldu. Telif eserler yanında çeşitli düşünürlerden çeviriler yaptı. Öğretim görevlisidir. Yazı, röportaj ve çevirileri 1987 yılından itibaren İlim ve Sanat, Yedi İklim, Dergâh, İzlenim, Kayıtlar, Kitap Dergisi, Girişim, Kırklar Edebiyat Dergisi, Antrakt Sinema Dergisi, Yeni Türkiye, İslam, Kadın ve Aile gibi dergilerle, Zaman ve Milli Gazete gibi günlük gazetelerde, ayrıca yabancı dergilerde yayımlanmıştır.

Şu an Türkiye de yaşayan bir düşünce adamı olarak dünyaya ne haykırıyorsunuz. Kısaca sorun nedir? Çözümünüz nedir?

Sorun, hakikatin yitirildiği gerçeğinin yitirilmiş olmasıdır. Hakikatin yitirilmiş olması değil, hakikatin yitirildiği yakıcı gerçeğinin yitirilmiş olmasıdır. Şunu demek istiyorum burada: Bir meselemiz yok artık. Meselemiz olmayınca bir mesuliyetimizin olmasını bekleyemeyiz. Mesuliyetimiz de yok olmuşsa, sual de soramayız, soramıyoruz demektir. Hakikatin yitirildiği gerçeğinin yitirildiği gerçeğini nasıl görebileceğiz? Sorulması gereken, üzerinde kafa patlatılması gereken asıl soru bu. Burada mesele, mesuliyet ve sual kavramlarını artarda laf olsun diye zikretmiyorum. Benim âcizane, hasbelkader üzerinde kafa patlattığım ve belli bir kıvama geldiğini sezinlediğim medeniyet fikrinin hayata geçirilmesinin hem ardışık, hem de eşzamanlı işleyen süreçlerini oluşturuyor bu kavramlar. Yani kavram olmaktan çıkıp, hayat ve hayatiyet kazanan, hayat ve hayatiyet sunan süreçlere dönü- şüyor bu “kavramlar”. Sorun da, çözüm de burada gizli.

Nasıl yani? Biraz açabilir miyiz? Bu arada ikinci temel sorumu da bu çerçevede cevaplarsanız sevinirim: Biz, kimiz; medeniyetimizin temel paradigmaları neler?

Elbette… Ben de zaten oraya geliyordum: Sorunu gördüğümüz yer, bir şekilde çözümü gösterdiğimiz yerdir çünkü. Ya da şöyle söyleyeyim: Durduğumuz yer, baktığımız ve gördüğümüz yeri veya şeyi de işaretler, gösterir bize. Sorunumuzu, sadece biz Müslümanların değil, bütün insanlığın sorununu hakikatin yitirildiği gerçeğinin yitirildiği gerçeği olarak tarif etmekle durduğumuz yeri işaretlemekle kalmıyor; aynı zamanda gördüğümüz, tahayyül ve tasavvur ettiğimiz yeri veya şeyi de işaretlemiş oluyoruz. Şunu demek istiyorum aslında: Kalkış noktası ile varış noktası buluşmuyorsa, bir yere gidemeyiz demektir… Bir yolculuğa çıkamayız demektir bu. Nereye, nasıl ve hangi vasıtalarla varacağız sorusunun cevabı her zaman havada kalmaya mahkûm olur bu durumda.

Buradan meseleye doğrudan gelirsek…

Tabiî ki… Mesele, mesuliyet ve sual süreçleri, benim geliştirmeye çalıştığım medeniyet tasavvurunun omurgasını, daha doğrusu tekevvün sü- reçlerini oluşturuyor.

Medeniyet fikrinizi açıklamaya geçmeden önce, şu medeniyet kavramından ne anladığınızı, medeniyet kavramını sorunlu bir kavram olarak görüp görmediğinizi öğrenmek istesek…

Tabii… Böyle daha anlamlı olur. Ben medeniyet ’ten söz ederken, Batı dillerindeki karşılığı olarak gördüğümüz Sivilizasyon / civilization’dan ya da hiçbir anlamı, tarihi, derinliği, çağrışımı olmayan uygarlık ’tan filan söz etmiyorum. Sivilizasyon kavramı, 18. yüzyılda icat edildi Avrupa’da. Bizde de bunun karşılığı olarak “medeniyet” kavramı üretildi. Her şeyden önce şunu söylemem gerekiyor: Osmanlı münevveri, sivilizasyonun karşılığı olarak “hadariye” değil de “medeniyye” kavramını neden geliştirdi, hiç aklı- mızın köşesinden bile geçirmiyoruz. Osmanlı münevverinin sivilizasyonun tam karşılığı olan hadariye kavramını değil de, medeniye kavramını tercih etmesi, çok zekice, hayatî bir adımdır. Bunun neden hayatî olduğunu bugün Arap dünyasında sivilizasyonun karşılığı olarak hadariye kavramının kullanıldığı gerçeğini bilirsek daha iyi idrak edebiliriz. Sivilizasyon kavramı, modernliğin zihin setlerinin ve vasatının ürünüdür. Ve fazla uzatmadan söylemek gerekirse, seküler alanların genişletilmesi anlamında kentleşmeyi işaret eder. Sivilizasyon, dolayısıyla modern kentleşme, hayatın merkezinde Tanrı’nın değil, görünüşte insanın ama sonuçta araçların olduğu bir yersiz yurtsuzlaşma durumudur. İnsanın dünyayı, sadece yere indirdiği, yere indirgediği, yere düştüğü ve dolayısıyla gökle irtibatını kopardığı bir insansızlaşma, insafsızlaşma, ruhsuzlaşma, vicdansızlaşma, anlamsızlaş- ma hapishanesidir. Sivilizasyon, kişinin kendini sürgün ettiği yerdir. Kişinin düştüğü yerdir. İnsanı Tanrılaştırarak, insanı her şeyin ölçütü ve ölçüsü yapan seküler insanın bunun kaçınılmaz sonucu olarak yaşadığı ontolojik güvensizlik krizini aşabilmek için, epistemolojik güvenlik alanı olarak inşa ettiği, her şeyi yerinden ederek yerleşmeye çalıştığı “hiçbiryer”dir. İnsanı, hayatı, anlamı ve her şeyi hiçleştiren, izafileştiren, ruhsuzlaştıran metafizik felaketin kök saldığı yer. İnsanı için için yiyip bitiren yer. Modern / sekü- ler kent, insanın yersiz-yurtsuzlaşmasının, her şeyi yerinden ederek insanı yere mahkûm etmesinin mekânıdır. Modern seküler kent, epistemolojik olan’ın ve alan’ın ontolojikleştirildiği yerdir.

Yani?

Yanisi şu: Seküler kentte her şey kısa devre yapar: İnsan, sadece egosuna, arzularına kapanarak insanlığını yitirir. Hayat, insana ruh üfleyebilecek bir zenginleşme, kendini aşma imkânları sunmaz. Aksine, her şey, asliyetini, tabiiyetini, fıtratını yitirir: Gösteri, ayartı, baştan çıkarma yani simülasyonlar insanı hayata tutundurur: Yani insan hayattan kaçarak hayata tutunabilir: Modern seküler kent, bir emniyet mekanı değil, emniyetin ortadan kalktığı, ancak polisiye tedbirlerle ve hukuki düzenlemelerle sağlanmaya çalışıldığı, insanların birbirleriyle irtibat ve rabıta kurdukları değil, irtibat ve rabıta kurmaktan, birbirlerinden kaçtıkları bir kaybolma mekânıdır. Bugün kenti en iyi tarif edecek şey, “dekadans” (toplumlarda ve kültürlerdeki bozulma çürüme anlamına gelen fr bir kelime) kavramıdır. Kent, mezarları andırır. Hayat sunmaktan, ufuk sunmaktan uzak mezarları. Ölümü. Burada ölüm, hayatı hatırlatan ölüm değil, hayattan kaçıran yokoluş hâli anlamında ölümdür.

Peki, Müslüman şehir nasıl bir yerdir?

Ben de oraya geliyordum zaten… Şehir derken Medine’yi kastediyoruz: Medine, tabiatın, insanın, eşyanın Yaratıcı’yı zikrettiği, hatırlattığı; evlerin iç mimarisinden, şehrin mimarisine kadar her şeyin bir şeye açıldığı, insanların insanlarla, tabiatla, Yaratıcı’yla her ân irtibat hâlinde olabildiği tekevvün mekânıdır. Fesadın varlık nedenlerinin ortadan kalktığı kevn’in iyiliği tekevvün ettirdiği, şehrin bir ucundan diğer ucuna yapılacak bir yolculuğun kişiyi hem kendini keşfe, hem şehri keşfe, hem de Yaratıcı’nın tecellilerini keşfe koyulduğu bir varoluş ve varkılış mekânıdır. Medine’de, yani Müslüman şehir ’de enfüs’ten âfâka yolculuk yapılır. Modern seküler kent’te ise kötülüğü emreden nefsin insanı kuşatma altına aldığı gösteri, ayartı ve kaçış hayatı ruhsuzlaştırır; insanları birbirinden uzaklaştırır; hakikatten uzaklaştırır. Modern seküler kent, inkârın mekânıdır: Müslüman şehri medine ise, ihsanın; imanın hâl hâline inkılap ettiği, güzelliğin, güzelliklerin mekânı. O yüzden, Avrupalılar, Kurtuba’ya eğitim görmeye gittiklerinde, Kurtuba’yı görür görmez şaşkınlıklarını gizleyememişler ve aynen “yahu bu Müslümanlar, yeryüzünde cenneti kurmuşlar” demekten kendilerini alıkoyamamışlardır.

Müslüman şehri Medine ile seküler kent arasındaki bu bariz farklılıkları, Batılı düşünürler tarafından da görülebilmiş midir acaba?

Elbette ki… Mesela çağımızın en cins düşünürlerinden Deleuze, Batı uygarlığındaki Kent’i, “garnizon” kavramıyla, İslâm medeniyetindeki Medine / şehir modelini ise “galaksi” kavramıyla açıklar.

Peki, buradan asıl meselemize giriş yapabilir miyiz acaba?

Söyleyeceklerimin bir anlam ifade edebilmesi için kent ve Medine / şehir arasındaki bu hayatî farklılıkları gözden geçirmemiz gerekiyordu. Buraya nereden gelmiştik: Osmanlı münevverinin sivilizasyon kavramının karşılığı olarak hadariye kavramını değil de, medeniyye / medeniyet kavramını geliştirdiklerini söylemiştik. Din, medine ve medeniyet kavramları, hem etimolojik, hem semantik, hem de tarihî tecrübe açısından birbirlerine gönderen, biri olmadan ötekinin de varolması mümkün olmayan, aynı anlam dünyasının ve haritasının güzergâhları. Osmanlı münevverinin hadariye değil de medeniyet kavramını tercih etmesinin nedeni, Osmanlıdaki vasat’ın -her şeye rağmen- İslâmî bir vasat olmasıdır. Osmanlı münevverinin de, halkının da İslâm’ın zihin setlerinin belirlediği bir dünyada, kendi dünyalarında yaşıyor olmalardır. Osmanlı insanı, medeniyet kavramını kullanırken, ilk bakışta Batılı anlamda sivilizasyonu anlıyor gözükse de, ger- çekte, dini, medineyi anlıyordu. O yüzden Osmanlı armasında benim İslâm medeniyetinin temel yapı taşları olarak gördüğüm, Hadid suresinin 25. ayeti kerimesinde zikredilen Kitap, Mizan ve Hadid kavramlarını sembolize eden temsiller vardı.

Arap dünyasında bugün hadariye kavramının kullanıldığını söylemiştiniz… Bunun nedeni de bu söylediklerinizde gizli değil mi?

Elbette… Arap dünyasındaki kültürel miras / tûrâs hareketi, medeniyye değil de hadariyye kavramını kullanmayı yaygınlaştırdı. Çünkü bu hareketin temsilcilerinin önerileri, son kertede rasyonalist proje’den başka bir şey değil. Yani kalkış noktaları, burası, modern dünya. Buradan varacakları yer, varış noktası Kur’ân ve Sünnet olabilir mi? Bugün yaşadığımız zihnî tıkanmanın, felcin, kabızlığın, ne derseniz deyin buna, bunun kökeni, kalkış noktasıyla varış noktasının nasıl buluşturulabileceğinin görülememesinde, hatta böyle bir sorunun bile farkına varılamamış olmasında gizli. Eğer Arap dünyasındaki vasat sömürgecilik, modernleşme, sosyalizm, ulusalcılık gibi tecrübelerle İslâm’dan arındırılmış bir vasat olmamış olsaydı, hadariyye kavramı değil, medeniyye kavramı tercih edilirdi. Buradan asıl sorduğunuz soruya, bizim medeniyetimizin temel paradigmalarının nelerden oluştuğu sorusuna gelebiliriz. Hikmetin yitirildiği gerçeğinin yitirildiği gerçeğini dile getirirken sözünü ettiğim mesele, mesuliyet ve sual süreçlerinin medeniyet tasavvurunun omurgasını oluşturduğunu söylemiştim. İnsanlık olarak sorunumuzun da, sorunumuzun çözümünün de burada gizli olduğuna dikkat çekmiştim.Önce şunu söylemeliyim: Benim sözünü ettiğim medeniyet fikrini ben, doğrudan kitabımıza ve sünnet-i seniyyenin kendisine dayandırarak geliştiriyorum. Ayrıca geliştirdiğim bu medeniyet fikrinin başka insanlık tecrübelerini, başka medeniyetleri de açıklayabilecek kuşatıcılıkta ve kullanışlılıkta olması gerektiğini düşünerek bu işe soyundum.Önce, medeniyetlerin anlaşılması, sonra da medeniyetlerin inşası sorunlarının açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Kutlu Kitabımız Kur’ân, sadece Müslümanların değil, bütün ins ve cinn’e gönderilmiş bütün insanlığın muhatap alındığı ilâhî bir kaynak veya asıl’dır. Dolayısıyla bizim gerek Müslümanların, gerekse insanlığın sorunlarını anlamaya ve hâl yoluna koymaya çalışırken her ne sûretle olursa olsun, Kur’ân’dan yola çıkmamız kaçınılmazdır. Ancak Kur’ân, özellikle çağımızda kendisiyle doğrudan irtibata geçilebilecek, doğrudan, tam olarak anlaşılabilecek bir kitap konumuna sahip midir? Bence değildir. Müslümanların yanıldıkları, yanlışlıklara düştükleri, içinde çıkamadıkları sorunlara mahkûm oldukları yer tam da burası işte. Meseleyi bir soru formatında şöyle ortaya koyalım: Biz içinde yaşadığımız çağ’da doğrudan Kur’ân’a ve Sünnet’e gidebilir miyiz? Bu sorunun cevabı “kesinlikle hayır, gidemeyiz” şeklinde bir cevaptır. Ama bu yakıcı gerçek henüz Müslüman düşünürler tarafından da kavranabilmiş değildir. Mesele, bizim Kur’ân’a ve Sünnet’e gitmemiz değil; Kur’ân’ın ve Sünnet’in bize gelebilmesidir. Çünkü biz, buradan Kur’ân’a ve Sünnet’e gittiğimizde, burayı Kur’ân’a ve Sünnet’e götürmekten, burada hâkim olan zihin kalıplarını Kur’ân’a ve Sünnet’e giydirmekten başka bir şey yapmış olmayız, olmuyoruz da nitekim.

Müslümanlar, istedikleri zaman Kur’ân’ı ve Sünnet’i anlayamazlar mı?

Evet tam da bunu söylüyorum ben. Kalkış noktası ile varış noktası açıklığa kavuşturulmadığı sürece, sonunda gidilecek yer ya da varılan yer yine burası, yani kalkış noktası olacaktır.

Bu durumda ne yapmak gerekiyor, o zaman? Sizin bu söylediğinize göre çok büyük bir açmaz, bir duvar var önümüzde ve biz önümüzde böylesine ürpertici bir duvar olduğunu bile göremiyoruz, demektir bu. Öyle değil mi?

Aynen öyle. Yapılması gereken şey şu: Kalkış noktası ile varış noktası dediğim durumları veya konum/lanma/ları iyi tarif etmek, belirginleştirmek.

Peki, bunu nasıl yapacağız?

Bence asıl soru bu. Dolayısıyla sorun da burada gizli. Bunu, doğrudan tekvînî âyete bakarak yapacağız. Tekvînî âyet, cevamiü’l-kelîm olarak tasvir ve tarif edilen Efendimiz’den başkası değil. Bizatihî kitabımızın diliyle ve deyişiyle söylemek gerekirse, tenzîlî âyeti ancak tekvînî âyetle anlayabilir ve hayata geçirebiliriz. Bunun için de enfüs’e ve âfâk’a bakmamız talep ediliyor bizden. Aslında enfüs ve âfâk, tekvînî âyetin iki kutbunu ifade ve temsil ediyor. Enfüs’te zübdei âlem olan, yani mikrokosmos olan insan var; Afak kutbunda ise, makrokosmos olan kâinât var. İşte, bizzat âyette “âlemlere rahmet olarak gönderildiği” beyan edilen Efendimiz (asv), mikrokosmos’un da, makrokosmos’un da bütün husûsiyetlerini şahsiyetinde ve şahsında barındıran tek varlıktır. Şunu söylemek istiyorum: Kur’ân’ı yani asl’ı anlayabilmenin ve uygulayabilmenin tek yolu, Efendimiz’i (asl’ı hayata geçiren) bir “usûl” olarak, bize bunun usûlünü sunan bir timsal olarak idrak edebilmekten geçiyor. Yani, sadece ilâhî söz’ü değil, beşerî sözü ve bütün beşeriyetin sorunlarını da anlamamızı, anlamlandırabilmemizi ve hâl yoluna koyabilecek bir fikrî düzleme ve konuma ulaşabilmemizi sağlayabilecek yegâne kaynak Efendimiz’dir. Buradan yola çıkarak, medeniyetleri anlayabilmek için, medeniyetlerin eksenlerini belirleyebilmemiz gerekiyor: Bütün medeniyetlerin, iki temel ekseni var: Teori ve pratik; ya da dil ve üst-dil yahut ruh ve beden. İslâm medeniyeti de dahil, bütün medeniyetleri eksenleri açısından açıklayabilecek iki kilit kavramdan birincisi, Yaratıcı Ruh, İkinci ekseni oluşturan diğer kavramsa Kurucu İrade’dir. İslâm medeniyetinde Yaratıcı Ruh’u Vahiy; Kurucu İrade’yi de Rasûl temsil eder. Buna kısaca Asıl ve Usûl diyorum ben. (Buradaki usul kavramının Kartezyen metodoloji kavramıyla hiçbir ilişkisinin olmadığını hatırlatayım). Buradaki kavram ikilisini çoğaltabiliriz: Hakikat ve Suret; Norm ve Form, Dil ve Üstdil, Varlık ve Varoluş vs. gibi. Burada meselenin püf noktası şurası: Usûl olmadan, Asıl anlaşılamaz ve hayata geçirilemez. Efendimiz, anlaşılmadan, Kur’ân anla- şılamaz. Eğer Efendimiz aradan çıkarılır da, bütün müslümanlar Kur’ân’ı anlayabilirler dersek, İslâm’ı protastanize etmiş oluruz: Kelle sayısı kadar Kur’ân çıkar ortaya.Ama daha hayatî olan nokta ise şu burada: Efendimiz’i nasıl doğru anlayabileceğiz? Kur’ân bize nasıl anlatıyorsa öyle… Kur’ân’da Efendimiz, “şahid”, “mübeşşir” ve “nezîr” sıfatlarıyla tavsif ve tarif ediliyor. İşte bu üç özellik, benim medeniyet fikri olarak geliştirmeye çalıştığım tasavvurun merhalelerini de oluşturuyor. Yani, medeniyetleri anlama çabası, medeniyetlerin nasıl hayata geçireleceği konusunda bize yeteri kadar etraflıca fikir vermez. Bunun için, doğrudan Efendimiz’e bakmamız gerekiyor: Efendimiz, tenzili ayeti, tekvini olarak (bizatihi kendisi bir tekvini ayetin timsali olması cihetiyle ve hususiyetiyle) hayata geçirmiştir. Asıl’ın, varlık’ın nasıl varoluşa girdirilebileceğinin misalini, temsilini ve timsalini tekevvün ettirmiştir. Bu iki nedenden ötürü doğrudan Efendimizi bütün veçheleriyle anlayabilmek zorundayız.

Medeniyetlerin oluşum veya teşekkül süreçlerinin Efendimiz üzerinden nasıl hayata geçirileceği meselesine geliyoruz sanırım…

Evet… Oraya doğru geliyordum ben de. Önce şunu söylemem gerekiyor. Medeniyetlerin eksenini Kelime-i Şehadet ’ten çıkarıyoruz: Birinci Şehadet, Aslı / Vahyi; İkinci Şehadet ise Usulü veriyor bize. Burasını atladım, bunu hatırlatmam önemliydi. Sorunuza gelince… Medeniyetlerin teşekkül süreçlerini ise hem Kur’ân’dan hem de Sünnet’ten çıkarıyoruz. Bütün medeniyetlerin üç aşaması vardır: Birinci aşama, mekke süreci; ikinci aşama medine süreci, üçüncü aşama ise medeniyet’in tesis edildi- ği süreçtir. Mekke süreci, dinin hayat bulduğu; medine süreci dinin hayat olduğu, medeniyet süreci ise dinin hayat sunduğu süreçtir. Ben bu süreç- leri Kitabımız’dan Hadid suresinin 25. ayetinden ve Sünnet’in bizatihî kendisinden ve münhasıran da Cibril hadisinden yola çıkarak geliştiriyorum. Hadid suresinde Allahu ZülCelal ve VelCemal, bize Kitap, Mizan ve Hadid’i inzal ettiğini buyurur. Kitap, mekke sürecine; Mizan, Medine sürecine, Hadid de medeniyet sürecine denk gelir. Burada yola çıkarak, medeniyetlerin teşekkül ve tekevvün süreçlerini ilim, irfan ve hikmet süreçleri olarak daha müşahhaslatırabileceğimizi düşünüyorum. Mekke sürecinde bir “ilim” fikri ve âlim şahsiyeti; Medine sürecinde bir irfan fikri ve ârif şahsiyeti; medeniyet sürecinde ise bir hikmet fikri ve hakîm şahsiyeti teşekkül eder. Tırnak içine alarak söylemek gerekirse, medine süreci, ilim; mekke süreci “fikir”, medeniyet süreci “sanat” fikri etrafında inşa edilir. (Burada “hikmet” kavramını tasavvuftaki idrak ediliş biçiminden ötürü fikir değil, sanatla daha yakından irtibatlı bir kavram olarak konumlandırdığımı vurgulamam gerekiyor). Sünnet ’in bizatihi kendisi de bu süreçlere denk geliyor: Kavl / Söz, Fiil ve Hâl. Cibril hadisi de, tam bu işle/yi/mi izah ediyor bize: İslâm, İman ve İhsan. Bu kavram dizilerini Vücut, Vicdan ve Vecd kavramlarıyla daha müşahhaslaştırabiliriz. Burada karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor: İslâm, mekke sürecinde hayat buluyor ve İlâhî şuur’un teşekkül ettirdiği münferit müslim şahsiyet gerçekleşiyor; medine sürecinde hayat oluyor ve nebevî şuur’la donanan müşterek mümin şahsiyet teşekkül ediyor ve bizzat vicdan gelişiyor; medeniyet sürecinde ise nebevî şuur’un ilâhî şuurla donattığı kü- revî muhsin şahsiyet teşekkül ediyor ve İslâm herkese hayat sunuyor. Bu üç süreç, birbirinden kopuk veya bağımsız değil. Aksine, sanılabileceğinden daha muhkem bir şekilde kopmaz bir biçimde birbirine bağlı ve biribiriyle irtinbatlı. Mekke süreci, medine sürecinin ve medeniyet sürecinin tohumlarını barındırır bünyesinde. Yine medeniyet süreci, mekke sürecinin ruhunu, medine sürecinin bedenini hayata geçirebildiği ölçüde v arolabilir. Ama meselenin püf noktası şurası burada: Medeniyet süreci, esas itibariyle vahiy sonrası süreçtir ve bizim bulunduğumuz noktadan baktığımızda Mekke ve Medine Süreçleri, Asıl’a; yani Vahyin hayat haline dönüştürüldüğü vasat’a; medeniyet süreci ise Usul’e tekabül eder. Önümüzde Vahyin hayat buldu- ğu ve hayat olduğu iki aşamalı tamamlanmış bir tecrübe var: Bizim mekke ve medine süreçleriyle kuracağımız ilişki bugüne kadar epistemolojik olmuştur; sahabe gibi ontolojik olmamıştır. İşte medeniyet süreci, Mekke ve Medine süreçleriyle kuracağımız ilişkiyi ontolojik düzeye çıkarabilme çabasıdır: Bunun yolu da Mekke ve Medine süreçlerinin bize gelebilmesidir. İşte vahyin bize hayat sunabileceği yer’in, konumun, konumlanmanın adı medeniyettir. Ortada vahyin suladığı, yeşerttiği bir Hayat var; bu Hayat’ın bize hayat sunabilmesi temel meselemizdir; bu meseleyi halledebilmenin yolu, İslâm’ın bizim için hayatiyet arz edebileceği bir vazgeçilemez hâline gelebilmesidir. Medeniyet, vahyi hayat’a hayatiyet kazandırmanın usulü- dür. Eğer medeniyet yoksa, çökmüşse, orada İslâm’ın hayat bulma ve hayat olma özelliklerini yitirmiş olduğuna hükmedebiliriz. Din, Mekke’de hayat bulur, Medine hayat olur, medeniyet sürecinde hayat sunar. Bir şeyin hayat sunuyor olması, hayatiyetini koruyor olduğu anlamına gelir. Hayatiyeti olmayan, hayatî olmayan bir şeyin bizim için bir anlam ifade etmesi, bir şey söylemesi mümkün değildir. Eğer bir yerde medeniyet göçmüşse, orada Medine olmadığına, Medine’nin göçtüğüne, Medine’nin olmadığı yerde ise dinin / Mekke şuurunun ve sürecinin bittiğine hükmedebiliriz. Bu söyledi- ğimi sadece İstanbul’un yaşadığı travmatik ve trajikomik tecrübeye bakarak enfes bir şekilde sınayabiliriz: Osmanlı medeniyetinin hayatını ve haya tiyetini sürdürdüğü zaman dilimlerinde İstanbul’un nüfusunun neredeyse yarıya yakını gayr-i Müslimlerden oluşmasına rağmen İstanbul Müslüman bir şehirdi. Ama bugün İstanbul’un nüfusunun yüzde doksanından fazlası adı Müslüman olan insanlardan oluşmasına rağmen İstanbul Müslüman şehir / Medine olma hususiyetlerini ve asaletini / özgünlüğünü yitirmiştir ve İstanbul artık Müslüman bir şehir değildir. Tasavvufî geleneğimizin terminolojileriyle konuşmam gerekirse, sözünü ettiğim medeniyet aşamaları, sırasıyla Tevhid, Tenzih ve Teşbih süreçlerinden oluşur. Teşbih süreci, doğ- rudan beşerî şuurla irtibatlı olduğu için varoluşun üçüncü alanı diye tarif ettiğim medeniyet sürecine denk gelir: Burada Sanat / Mekân Tasavvurunun hayat bulmuş olması zorunludur. Yani medeniyet, zamanı da mündemiç bir mekân fikrinin hayat bulması ve mekânın Müslümanlaştırılması tecrübesidir. Bugün neden Müslüman mimar yetiştiremediğimizi, neden Müslüman Medineler inşa edemediğimizi düşündüğümüz zaman, meseleyi daha açık, seçik bir şekilde kavrayabilecek noktaya geliriz.

*ESERLERİ:
Deneme-İnceleme: Öykü Anlatma ve Mit Üretme Aracı Olarak Televizyon (1992, Türkçeye çev. Gökçen Kaplan), Ay Parçası (2006), Medeniyet Tasavvuru – Fütuhat*ı Medeniyye Giriş (2022)

Derleme: Enformasyon Devrimi Efsanesi (çev. 1991), Tarihin Sonu mu? Bir Tartışma (1992).
Yayına Hazırlama: Medya Epistemolojisi ve Ontolojisi (2000), Türk Modernleşmesi: Retorik versus Pratik (2000), Türk Modernleşmesi Medya ve Popüler Kültür (İngilizcesi Turkish Modernity and Identity, Prof. Kevin Robins ile, 2000), Türk Sineması: Bir Retorik ve Pathos Öyküsü (2000; İngilizcesi Turkish Cinema: A Story of Rhetoric and Pathos adıyla), Medeniyet Tasavvuru (3 cilt, 2006), Medya Epistemolojisi ve Ontolojisi (2006), Türk Sineması ve Türk Modernleşmesi: Retorik versus Pratik (2007), Dünya Sineması, Ders Metinleri (2007), İletişim Teorileri: Ders Metinleri (2007), Film Teorileri: Ders Metinleri (2007), Kültürel ve Sosyal Teori: Kültüralist, Semiotik, Yapısalcı, Postyapısalcı, Fenomenolojik – Hermenötik, Psikanalitik Yaklaşımlar (2007).
Çeviri: Afrikalılar: Üç Farklı Kültürel Miras (Ali Mazrui’den, 1992), Bilgeliğin Yedi Direği (T. E. Lawrence’den, Kayseri, 1992), Liberal İslam (Leonard Binder’den, 1995), Postmodern Düşüncenin Ötesi (Huston Smith’ten, 1999, 2007), İlerleme ve Din – Tarih Felsefesi Metinleri (Christopher Dawson’dan, 2002), Batı Uygarlığı (George Frankl’dan, 2003), Düşüncenin Serüvenleri (Alfred North Whitehead’dan, 2006), Muhayyileye Dayalı Düşünmek (Edward L. Murray’den, 2008).

Önceki İçerikHAKAN ARSLANBENZER
Sonraki İçerikİHSAN ELİAÇIK