RÖPORTAJ | Musemma AYDIN

Nedlr evveliyatınız?
1962 doğumluyum. Tokat Reşadiye. Çocukluğum oralarda geçti diyebilirim 1980 yılında, tam 12 Eylül darbesinin ertesinde 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji Bölümüne girdim. Oradan 1984 yılında mezun oldum. Yoğun bir öğrencilik dönemi geçirdim. Sabahın altısında başlardım çalışmaya. Daha temizlik işçileri yerleri süpürürken otururdum piyanonun başına, okul kapanana kadar çalışırdım. Yani bayağı yoğun çalıştım dört sene içerisinde. Orayı bitirdikten sonra askerliği bekledim bir sene. Sonra askerliği yaptım. Askerlikten sonra İstanbul’a geldim. İstanbul’da ‘Selam Dergisi’nde – çocuk dergisi- birkaç montaj yaptık, o dergiyle uğraştık bir sene kadar. Bu arada ilk kasetimi hazırladım Andolsun’u. Sonra ben memlekete döndüm. Andolsun beğenildi ve bu sefer arkadaşlar bana buradan habire şiirler göndermeye başladılar; yeni bestelerini bekliyoruz diye. Ben de gönderdikleri şiirlere yeni besteler yaptım ve tekrar İstanbul’a geldim. Çağıltı kaseti çıktı -tabi İstanbul’a geçici olarak geliyorum- sonra Seninle Bekleneni yaptık. Seninle Beklenen’den sonra Biz Muhabbet Eriyiz diye bir kaset çıkardım. Seninle Beklenen, Andolsun, Çağıltı bestelerinin ağırlığı bana ait olan kasetlerdi ama başka arkadaşlarımızın da besteleri vardı ve karışık okuyorduk. Grup anlayışı vardı, nedense sanatçı olarak kimse ön plana çıkartılmıyordu, öyle bir teklif de olmuyordu. Bizde de sadece ben okuyayım gibi bir teklif yoktu. Bu grup anlayışı, insanların kafasında, zaman başka çağrışımlar uyandırmış olmalı ki sonradan tek tek, ayrı ayrı kasetler yapmaya başlayınca neden gruplarınızı bozdunuz gibi sorular geldi. Sonra Gizden Ezgileri yaptık. Bu kasetteki tüm eserler bant tiyatrolarında kullanılmak üzere bestelenmişti. Olay anlatılıyordu ve olayla ilgili olarak sözler yazılmıştı Ahmet Mercan tarafından. Onlar bir kasette Gizden Ezgiler adıyla toplandı. Gizden Ezgiler’den sonra Zor Sevda’yı yaptık. İlk defa Zor Sevda Taner Yüncüoğlu ismiyle çıktı. Fakat onda da asıl amaç öyle isim yapmak değildi. Zor Sevda’dan sonra Serzeniş kasetini yaptık. Serzeniş’ten sonra Sular da Ağlar ve en son Gampare…

*Malum toplumumuzda, özellikle gençlerde batıya karşı bir özenti söz konusu. Her alanda olduğu gibi müzikte de bu özenti kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Bununla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Şimdi evet, batıya karşı bir özenti var. Batıya karşı bir özentinin olmasını anlayabiliriz bir yerde. Çünkü batılılar birçok problemi aşmışlar, birçok yönden rahatlamışlar. Belki insan hakları şu andaki bize göre daha iyi. İnsana gösterilen saygı belki daha iyi, teknoloji gelişmiş, zenginlik var batıda. Bunlar insanlarımızın oraya ilgisini çoğaltıyor. Bu her alanda böyle. Müzik alanında da bu geçerli. Çünkü gerçekten batılılar, kendi müziklerini teori olarak oturtmuşlar bir yere. Biz daha kendi müziğimizin sistemini tam kuramamışız. Kuramadığımız yetmiyormuş gibi batıdan alınanların taklit edilmesi bile başarılamıyor kimi zaman. Ve bu batının müzik karşısındaki başarısı da, oturmuşluğu da birçok müzisyenin esinlenmesine sebep oluyor. Ve müzisyenler batı ağırlıklı müzik yapmak durumunda kalıyorlar. Bunun birkaç sebebi var. Mesela enstrümanlar… Batı, enstrümanları olgunlaştırmış ya da kemikleştirmiş. Diyelim bir piyano, artık o müzikte temel bir enstrüman haline gelmiş. Hatta okullarda bile müzik öğretilirken piyano kullanılır, en uygunu odur. Bir keman veya bir gitar diyelim -pop müzikten bahsedeceksek. Gitar mesela… bunlar oturmuş ve gitarların bile değişik türleri var. Ve müzik anlayışında orkestranın değişmez elemanı pozisyonuna girmişler, özellikle pop müzik alanını düşünürsek (zaten batıda bir pop müzik vardır, bir de klasik müzik vardır. Klasik müzik zaten klasik olmuş, aslında devrini geçirmiş. Ama gerçekten bestecilerin çok harika çalışmaları var ve bugün bile dinlenebilirliğini sağlıyor. Yoksa çağdaş müzik falan değil, o geçmişte kalmış) bu enstrümanlar değişmez hale gelmiş ve bunların da müzikal açıdan gerçekten çok mantıklı cevapları var. Tabii biz Türklerin de bundan etkilenmemesi mümkün değil. Bugün bir beste yapıldığı zaman batı soundu dediğimiz bir şey ön plana çıkıyor. Batılı, davulu (bateri), efendim, klavyeyi, org dediğimiz şeyi, ritm gitarı, bas gitarı, vesaire, bunları bir sisteme oturtmuş ve hepsi birarada eser icra edildiği zaman bu çalışma sound olarak doyuruyor. Çünkü bas ise bası doyuruyor, davulu doyuruyor. Müzik, insanların kulağına çok başarılı bir şekilde hitap edebilir hale getirilmiş. Bizim Türk Müziğimizde bunlar eksik. Mesela Klasik Türk Musikisi’ni dinlediğiniz zaman bası eksik duyuyorsunuz, bas duyamıyorsunuz. Bunda TRT’nin çok kabahati var; çok tutucu davranıldı. Türkiye’de bir takım gelişmeler gözardı edildi. Ne adına? Müziğin orjinalliğinin bozulmaması adına. Bu da aslında yabana atılacak bir şey değil, bu da önemli bir şey fakat müziğimizin dengesinin bozulmamasıyla bu müzikteki eksik noktaların tamamlanması arasındaki ince dengeyi bizim Türk müzikçilerinin bulması gerekiyordu. Bu özellikle seksenli yıllardan öncesine kadar TRT’nin işiydi. TRT yönlendiriyordu bu işleri ve TRT bu konuda çok başarısız kaldı. Başarısız kalınca bu sound eksikliği bariz bir şekilde ortaya çıktı. İnsanlar batı müziğini dinlediği zaman doyduğunu hissetti ve bu sefer iletişim araçlarının, medyanın da gelişmesiyle çevresinde olup bitenleri görünce, Türk müzikçileri de bu gelişmeyi görünce mecburen batıdan daha çok etkilendiler, bu çok doğal. Gelelim kendimize; tabii biz de etkilendik. Bugün bir org aldığınız zaman, elektronik bir enstrüman olduğu için birçok avantajları var ve bu avantajlarını da kullanma ihtiyacı hissediyorsunuz. Orgda birçok sesi, ararsanız bulamayacağınız birçok enstrümanın sesini hafızasına almışlar, o sesleri çalabilme imkanınız var. Kendi kendine ritm çalabiliyor. Tek başınıza bir orkestra olabiliyorsunuz. Çok kanallı bir hafızası var orgların, yani birçok orkestra seslerini sırayla çalıp hafızaya kaydedip, hepsini bir orkestraymış gibi dinleme şansınız var. Müthiş bir imkan… o yüzden orglar da çok gelişti ve tabii orgları yaparken yabancılar, batılılar ve uzak doğulular diyelim, çünkü bu işte Japonların da çok parmağı var sadece batının değil, Türkiye’yi düşünerek yapmıyorlar. Orgların içinde, bizim enstrümanlarımızın sesleri yok, bizim ritmlerimiz yok. Dolayısıyla tümüyle batıya göre dizayn edilmiş bir sistem. Hal böyle olunca siz bu aletle isterseniz Türk Müziği icra edin, neticede bir batı etkilenmesi, bir batı saundu çıkacaktır ve insanlara da batıdan etkilenme olarak yansıyacaktır. Evet, genelde böyle. Batıdan müzik anlamında etkilenmemek mümkün değil. Diğer alanlarda da böyle; batılılar birçok şeyi aşmışlar. Ama bizde olan bazı hasletler de ne yazık ki onlarda yok.
*Sizce insanın dinlediği müzik kişiliğini hayata karşı duruşunu yansıtır mı?

Hayat karşısındaki duruş ço önemli, bu çok can alıcı bir soru Çünkü, her insanın bir hayat tarzı var ve dinlediği müziği de o hayat tarzına göre seçiyor. Yani iş burada ayrılıyor. Müziğin türü, dinlediği müziğin cinsi, şekli, herşeyi bu düşünceye göre şekilleniyor. Çünkü insanlar birkaç gruba ayrılabilir kişilik dışında, mesela bazı insanlar var; yaşadığı bir hayat vardır, o hayata alışmıştır, o hayatın değişmesini istemez, ve öyle gitsin ister. Başka şeylere dalmaz, etliye sütlüye dokunmaz. Bazı insanlar ne hikmetse fazlaca karışır, her şeye burnunu sokar. Bir de birtakım idealleri olan insanlar vardır Ama bütün bunların üstünde bir şey var ki ikiye ayrılıyor: insanların bir kısmı dine önem veriyor, bir kısmı da önem vermiyor. Bunların ortası yok mu? Var; önem verenler var, değişik anlayışta insanlar var. Zaten bu dînî düşünce yelpazesi çok geniş. Mesela adam senede bir kere bismillah dese o ona müslüman olmak İçin yetiyor “tamam ben elhamdülillah müslümanım” diyebiliyor veya sadece alışmış diyelim sofraya oturunca bismillah diyor, din adına bütün yaptığı o, onun için yeterli gözükebiliyor.
Kimisi de var her anını, hayatının her şeyini dine vermiş. İşin içine din girdiği zaman, birçok şeyin renginin değiştiğini görüyorsunuz. Size normal gelen bir şey din açısından baktığınız zaman farklı görünüyor. Zaten ben biraz da Türkiye’de dindar insanlarla fazla dindar olmayan insanların arasındaki bir takım çatışma gibi görünen, uyumsuzluk gibi görünen, karşıt görüşmüş gibi görünen şeylerin altında bunun yattığını düşünüyorum.
Dînî hassasiyetlerle bakmayan bir insan, karşısındakinin duygusunu, hassasiyetini anlamıyor. Halbuki birçok olaya fazla İslâmî tabiri karıştırmak istemiyorum- Allah’ın emrine göre baktığı zaman olaylara birçok şeyin rengi değişiyor. Hakikat olan da aslında bu. Çünkü insan dînî perspektiften /açıdan ne kadar çok karsa o kadar çok vicdanını elemiş olarak görüyorum. Bu müziğe de çok yansıyor. Bir ve dini gözlerle bakan insan, sözlerde de onu arıyor. Özellikle dini hassasiyetleri olan insanın Allah’tan, Peygamber’den, sahabeler den ve bu gibi ulvî düşüncelerden, duygulardan yola çıkmış eserleri tercih ediyor. Allah’a şükürler olsun ki bizim de dinleyicilerimiz o tür insanlar. Ben çok konserde söylüyorum; Türkiye’de en güzel insanlara hitap ediyoruz. Ne büyük şans diyorum benim için.

*Ama bir de şöyle bir şey var. Ben kendi çevremden de duyuyorum. Sizin belki dinleyici kitleniz daha fazla olabilir ya da olmalı. Çünkü İslami duyarlılığa sahip olduğunu söyleyen bazı anlar içinde İslami bir takım kavramların olduğu ya da Müslümanca bir çevrede yapılmış müziği kıyasıya eleştiriyor ve kişilerin bu müziğin nasıl bir müzik olduğundan da haberi yok. Arada bir çelişki var gibi geliyor bana.

 Birisi hiç dinlemeden, bilmeden eleştiriyorsa onu kale almanın bile anlamı yok. Bilmediğiniz bir şeyi nasıl eleştirebilirsiniz? Adam aya basmamış, aydaki kraterlerin özelliklerinden bahsediyor, tasavvufta bir benzetme vardır: ‘İlmel yakîn, Ayn’el yakîn, Hakk’al yakîn diye üçe ayrılır. İlm’el yakîn; şeyi bilirsiniz, mesela bir elma… Kitapta okumuşsunuz, elma diye şey var ama tadını anlatmaz o kitap. Elma bir meyvedir, kabuğu vardır, çekirdeği vardır falan diye bahseder kitap. Siz onu ilmen bilirsiniz. Bir de Ayn’el yakîn derler, görürsünüz şeklini, ‘Aa, bu elmaymış’ dersiniz. Bir de onu alırsınız, yiyince tadını anlarsınız, o Hakk’al yakîn… Elmayı yediğin anda o sen oldun iste. Onun tadını hapsettin, yaşadın. Şimdi bir insan bizim yaptığımız müzikler hususunda ilm’el yakîn olabilir; sağdan soldan bir şeyler duymuştur, duyduğu bilgiler ne kadar doğrudur tartışılır. Böyle bir insanın eleştirmesi yanlıştır. Ancak dinlemiş olması lazım ki, Hakk’al yakîn olması lazım ki, dinlediği zaman karar versin. Böyle düşünen insanların şuradan yola çıktığını düşünüyorum. Bugün biliyorsunuz radyolarımız var. Radyolar birçok eserler yayınlıyorlar, kimi radyo kaliteyi ön plana alıyor kimi radyolar da var ki duyguyu ön plana alıyor, mesajı ön plana alıyor, benim için kalite önemli değil diyor. Mesela, benim için şekerden bahseden parçalar önemli, şekerden bahsediyorsa ister kesme seker olsun, ister içine toz düşsün önemli değil. O şeker şekerdir, ben şekerden bahsedeceğim diyor ve kalite aramıyor. Ve dolayısıyla siz o radyoyu açtığınız zaman abuk subuk bir sürü müzik duyuyorsunuz. Şimdi düşünün ki; bizim eserlerimizi bilmeyen biri bir radyoyu açtığı zaman kalite oranı oldukça düşük, uyduruk bir şeyler duyduğu zaman ne düşünür? Bir ön yargıyla “Aaa bu İslami bir radyo, şuna bak ne iğrenç müzikler çalıyor, ne kadar kötü söylüyor söyleyen…” bir de bir takım duyumlarla, ön yargıyla -zaten ilgi alanında da değilse- toptan bunlar işe yaramaz diyebilir. Böyle insanlar var ne yazık ki. Böyle insanlar muhatabımız değil bizim. İnsanların hep bizim istediğimiz gibi düşünmesini sağlamak gibi bir derdimiz de yok, zorunluluğumuz da yok, çabamız da yok. Tabi dinlemesini isteriz ama adamın aklı başka yerlerdeyse onu zorlamanın anlamı yok. Dolayısıyla bu manada eleştirenleri haksız buluyorum. Bunun dışında “dini içerikli müzik yapmayın” diyen insanlar da biliyorum. Hatta çok samimi bir arkadaşım vardı benim “Ne o öyle! Ölüm, kan, savaş… Başka tema yok mu?” derdi. Halbuki öyle temalarımız da fazla yoktu. Mesela ölüm temasını işliyoruz, onu işlemek zorundayız. Hayatin bir gerçeği ölüm… Mesela bu tür eleştiri yapan insanlar var. Bu bir düşüncedir, eleştirilir, bunlar normaldir, olabilir. Ama bu demek değildir ki, bu alanda yapılan hiçbir şey iyi değildir. Güzel çalışmalar var. Zaten bugün radyolarımızı ayakta tutan en önemli şey de budur. Kaç yıldır bir şeyler birikmiş, bir birikim var. Sanatçılarımız iyi kötü yetişiyor, ve onlar bir şeyler yapıyorlar. Bu da küçümsenecek bir şey değil.

* Sizce yapılan müziği adlandırmak, sınıflara ayırmak gerekli midir? Eğer gerekliyse siz müziğinizi nasıl adlandırıyorsunuz?

Şimdi bu, en büyük sorunumuz bizim ya , da en önemli sorunlarımızdan biri diyebilirim. Çünkü insanlar gördükleri birşeyi isimlendirmeyi çok istiyorlar. Şu şekeri şeker değil de, çayın içine konan tatlı şey diye anlatırsanız saçma oluyor, “yaa şurdan çayın içine konan tatlı şeyden getirir misin?” söylemesi bile bela. Biz de aynı zorluğu çekiyoruz. Ve insanlar buna bir isim koymak istiyor. Bu şeker! Bu kadar basit. Şeker deyince hemen aklınıza birçok şey geliyor. Şeker; tatlı bir şeydir ve birçok şeyin içine konur, tatlılaştırır. Bizim müziğimizin de böyle bir sorunu var. Bir isim koyamadık. Bazı arkadaşlarımız kendilerince isimler koyuyor, mesela Haşan Sağındık ‘Asya Sentez’ diyor. ‘Asya Sentez’ miş… Ben de bir ara ‘Senfonik Türkü’ dedim yaptığım müziğe. Ama bunlar oturmuyor. Oturmamasının sebebi şu: bizim yaptığımız yeni bir müzik türü değil. Yıllar önce değerli bir hoca geldi. Bana şöyle dedi; “Osmanlı ‘Mehter’ diye bir müzik bulmuş, mehter deyince Osmanlı geliyor aklımıza. Siz neden böyle bir şey yapmıyorsunuz? İlginç bir müzik türü bulun.” Evet de hocam, dedim, boyacı küpü değil ki bu hemen bir müzik bulasın içinden. Müzik türlerinin gelişmesi çok büyük tarihsel gelişimle oluşan bir şey. Hadi ben yeni bir müzik türü keşfedeyim diye yapılabilecek bir şey değil. Neticede bizim yaptığımız müzik birçok müziğin özelliğini içinde barındırdığı için, bir isim koymak çok zor. Çünkü, Türk Halk Müziği havası var, geleneksel Türk Musikisi’nin havası var, pop müziğinin etkileşimi var.. Hepsi var bizim çalışmalarımızda. Senfoni bile var. Bütün bunlar varken ben şahsen bir isim koymakta zorlanıyorum. Bir sentez olduğu gerçek ama ‘Asya Sentez’ mi? Orası belli değil. Ayrıca, falanca sentez diye bir müzik türü de olmaz. Bunu kabul ettiremezsiniz.

Evet biz bir isim bulamadık; isim bulmak da zor gibi görünüyor. Belki böyle isimsiz olmasında da bir hayır vardır diyorum. Ayrı bir isim koymak belki de doğru değil. Türkiye’de çok kamplaşmalar, ikilikler oluyor. Belki zaman gelecek insanlar türkü dediğinde, şarkı dediğinde akla bu da gelecek. Belki bu müzik türüne küçük bir şube verilecek, o oradan isimlendirilecek.

Bugün gündemde olan, çok dinlendiği söylenen müzikler aslında bizim kültürümüz değil, bizim insanımızın ihtiyacı olan şeyler değil. İnsanları yapay olarak dinlemeye sevkettikleri, zorla dinlettikleri şeyler. Biz her ne kadar dînî motifleri ön plana çıkaran müzik yapıyor isek de bu, bu ihtiyacın ihmal edildiğindendir. Biz bu alan boş bırakıldığı için, bu alandaki eksikleri tamamlıyoruz. Bize soran oluyor, neden aşk şarkısı yapmıyorsun? O kadar çok yapan var ki bana ihtiyaç yok. İnsanlar öyle bir ihtiyaç hissediyorsa bu ihtiyacını karşılayacağı binlerce sanatçı var. Biz sadece insanların dînî duygularını anlatan ve manevi yönden gelişmesine katkılı olabilecek şeylerin eksik bırakıldığını düşündüğümüz için bu boşluğu dolduruyoruz. Ve bu şekilde Türkiye’de bazı şeyleri koruduğumuzu düşünebiliriz ya da koruyan yapı taşlarından biriyiz. Bu bizim normal müzik türlerinden farklı bir müzik türü yaptığımız anlamına gelmez. Bir de insanlar sözlerimiz dinden yola çıktığı için İslâmî müzik demeyi kolay buluyor bu ayrımı yaparken…

“İslâmî müzik demişken “İslâmî müzik, müziğin islamîsi” bunlar tartışılan kavramlar. Müslüman duyarlılığını müziğine yansıtan biri olarak bu kavramlardan biraz bahseder misiniz?

İslâmî müzik olmaz; müziğin islamîsi olmaz! Çünkü neden? (bu hakikaten çok uzun düşünülüp konuşulması gereken bir konu) siz yaptığınız müzikle herhangi bir konuda fetva vermiş olmuyorsunuz, herhangi bir âyetin tefsirini yapmıyorsunuz ya da bir âyet değil yaptığınız. Neticede sizin düşünceleriniz ama tabii ki dinden, Allah sevgisinden, Peygamber sevgisinden yola çıkmış düşünceler. Ama neticede düşünceler… Eğer bu duyarlılıkla yapılmış bir şeyi İslamiyet’e malederseniz işler çok karışıyor. Biz İslâmî müzik demiyoruz asla! Çünkü İslam,mutlak doğrulardan oluşur, bizim yaptığımız müzikte yanlışlar da olabilir; bir kelime eksik ya da gereksiz olabilir, müziklerimiz mükemmel olmayabilir… Çünkü mükemmeli bulmak zordur, mutlaka bir eksik vardır. Bunları İslâmî müzik diye İslamiyet’e maletmek çok büyük terbiyesizlik olur, haksızlık olur. Bu sadece bir duygu alışverişi. Birçok kardeşimizin, insanımızın içinde hissettiği düşünceleri sözlerimizle dile getirmeye çalışıyoruz.

“Bu camiada birçok kişi müziğin yanısıra ikinci bir iş yapmak zorunda kalıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün sanatçılar bir eser yapıyor ve bu tutar mı diye düşünüyor, bunu halk sever mi? Ve eğer tutar dediyse ne yazık ki o tutar dediği şey genellikle kalitesiz, uyduruk kaydırık şeyler oluyor. Bu halkın müzik dinleme zevkini aşağı görmek gibi bir şey. Ama bu yapılıyor Türkiye’de. Bir şekilde halka beğendiriliyor. Ama nasıl beğendirildiğine baktığınız zaman hiç de adaletli değil! Bir klip yapıyor ve günde on kere milletin gözüne sokuyor o klibi. Her televizyon programına çıkıyor, her taşın altından çıkar gibi… O günlerde sanki sadece o sanatçı var, başka sanatçı yok Türkiye’de gibi her yerden o çıkıyor ve halkta şöyle bir intiba oluşuyor; bu kadar çok televizyona çıktığına göre demek ki bu çok iyi bir sanatçı. X sanatçısını bir küple ve televizyondan televizyona, kanaldan kanala dolaştırmakla bir hafta içinde gündeme oturtuyorsunuz. Bu %80- 90 başarılı oluyor. Bu adamın ekmek kaygısı yok mu? Yok tabii. Çünkü arkası kuvvetli, yapımcısı kuvvetli, kasetler çok iyi satıyor, çok güzel para kazanıyor. Dolayısıyla o sanatçı bütün gününü kendini lanse etmeye ayırıyor. Medyanın çok önemli olduğu günümüzde kendini gündemde tutuyor. Bizde hiç böyle bir şey yok. Biz kaseti yapıyoruz, ondan sonra Allah kayıra, kaç tane satarsa.. Reklam yapamıyoruz, zaten klip de yok, televizyona da tek tük çıkıyoruz… Kendimizi tanıtmayınca kasetin de satışı tabii ki düşüyor. Reklam çok önemli. Reklam olmayınca satışlar düşük kalıyor. Düşük kalınca da biz bu işten para kazanamıyoruz. Kazanamayınca da mutlaka başka bir iş yapmak zorunda kalıyoruz. Mesela ben bu stüdyoyu çalıştırıyorum (Anlam Ajans), birçok arkadaşın kasedini ben burada yapıyorum, bu işten para kazanıyorum. Kaset satışından bir yılda belki %3-5 para kazanmış oluyorum. 100 bin lira kazanmam gerekiyorsa senede, belki 3 bin lirasını ben bu kasetten kazanıyorum. O yüzden mutlaka başka işler de yapıyoruz. Bu bütün arkadaşlarım için geçerli. Ama benim bir avantajım var; benim bütün işlerim müzikle ilgili. Kaset çıkarıp da müzikle çok alakasız iş yapan arkadaşlar var. Sonuçta bir şekilde geçiniyoruz.

“Bugüne kadar klip çekmediniz. İleride çekmeyi düşünüyor musunuz? Çekerseniz eleştiri geleceğini düşünüyor musunuz?

Ben eleştiriyi geçtim. Bir işi yaparken, bu işten dolayı eleştirilir miyim diye fazla düşünmüyorum. Çünkü bir iş yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Yapılması gerektiğine inanmışsanız doğru olduğuna inanmışsınız demektir. Zaten etrafınızdaki insanlardan bilgi alıyorsunuz, küçük bir oto sansürden geçiriyorsunuz kendinizi. Ben bir klip yapmaya kalksam niye tepki alayım, öyle bir şey düşünemiyorum. Şundan tepki alabilirim; çok berbat bir klip olabilir, ne biçim klip yaptın denilebilir. Onun dışında, o sözlerle, müzikle uyumlu bir klip ortaya çıkarca bence çok güzel olur. Ama öyle bir pozisyonumuz ne yazık ki yok. Çünkü klip yaptığınız zaman o klibi yayınlatmak müthiş paralar istiyor. On binlerce dolarlar söz konusu. Mesela bir Kral TV’de klibinizi yayınlatmanız epey paradır. Klip yapması mesele değil, üç-beş milyara bakıyor, yapılır. Ama onu nerede yayınlatacaksınız. Bu mesele var. Bu yüzden bu işlere kalkışamıyoruz. Belki ileride olur, Allah nasip ederse. Çünkü klibi önemli görüyorum ben; İnsanlar etkileniyor. İnsanlar işitsel olarak duyuyor, görsel olarak da baktığı zaman daha çok etkileniyor, daha çok hoşlanıyor, daha çok sempati duyuyor yapılan işe.

Bunun yanısıra bizim bu girdiğimiz alan çok özel bir alan. Yaptığımız bu çalışmaların çok değişik boyutları var. İnsanların iç dünyasında çok değişik çağrışımlar yaptığını düşünüyorum, bunların böyle özel kalmasının da bir hikmeti vardır diye düşünüyorum. Fazla toplum önüne çıkartıp ayağa düşürülecek duygular olduğunu da düşünmüyorum. Bu yüzden az dinleyiciyle ve öz dinleyiciyle gitmesinde de bir hikmet olduğunu düşünüyorum. Böyle olmasında da bir hayır vardır. Çünkü din her ne kadar insanlar tarafından biliniyor olsa da -bu anlamda popüler ismini koyarsak- dinin popülerliği olsa da, insanların iç dünyalarında her zaman yer bulmuyor. Bir insanı Allah’ın sevdiği bir kul haline getiren o hal çok özel bir haldir. Her ne kadar din popüler olsa da o dini yasamanın Allah’la kul arasındaki o ilişkinin çok özel bir yanı var. Belki o özel yan bizim çalışmalarımıza da yansıyor. Daha fazla girmeyeyim bu konuya, boyumu aşar diye korkuyorum.

“Edebiyatla ilginiz?

Edebiyatla ilgiliyim de edebiyatçılarla nedense bir kopukluk var aramızda. Bir sürü panel yapıldı, ben hep konuşmacıları dinledim. Sıra bana gelince konuşmacıların, panelistlerin çoğu indi aşağıda pasta çörek yediler, bizi dinlemediler. Şairlerimizle, yazarlarımızla böyle bir kopukluk var. Mesela ben bazılarına kasetlerimi veriyorum, istiyorum ki arasınlar. Çünkü aydın insanlar bu kimseler. Arasın, şöyle yapmışsın ama böyle yapsan daha iyi olurdu falan filan gibi tavsiyelerde bulunsunlar. Birçok gazetemiz falanca alakasız bir ülkedeki falanca sanatçıyla ilgili uzun bir çalışma yapıyorlar da buradaki şeylere duyarsız kalıyorlar. Şikayet etmek de istemiyorum aslında, hoşuma gitmiyor bu, geçelim…

Roman, hikaye pek okumam. Hatta okul yıllarımda bile roman özeti verilirdi ödev olarak, bir ansiklopedi vardı, orda da birkaç roman özeti vardı. Onları yazıverirdim okumuş gibi. Birçok şiir kitabını karıştırıyorum. Faydalanacağımı umduğum şeyleri okuyorum. Bana bir şey vereceğine inandığım… Daha çok kendimi bilgilendirecek şeylere tercihimi koyuyorum. Tasavvuf! eserleri çok okurum. Mesela Mevlana’nın Mesnevi’si elimin altındadır, çoğu zaman onu okurum. Muhiddin-Î Arabi’den okurum. Mustafa İslamoğlu’nun eserlerini okurum. Akif İnan’ın şiirlerinden çok etkilendim. Kimi şiir karalamalarım için Akif İnan’dan çok etkilenmişsiniz’ dedi arkadaşlar. Cahit Zarifoğlu’ndan da iki şiir besteledim. Başka şiirlerini de bestelemeyi istiyorum, Sezai Karakoç’u da özellikle severim Bazen az Kuran okuduğumu düşünür, bütün kitapları bir tarafa bırakır ve meâl okurum.

Önceki İçerikALİ AYÇİL
Sonraki İçerikMELEK PAŞALI