RÖPORTAJ | Efil BAŞPINAR

Özellikle Hayal Günlüğü’nde öyküler hayata buğulu bir camın arkasından bakar gibi. Kahramanlar son derece hayatın içinden, hatta çok yakınımızdan, hemen sokağa çıksak görecekmişiz. Etrafa yayılan buğuya rağmen anlatımda hiçbir yapmacıklık yok. Okuyana görüyormuş hissi verecek kadar gerçekçi. “Mükedder” öykünüzde diyorsunuz; ‘ İnsanlar acele adımlarla evlerine dönüyorlar. Onlar şeffaf bir örtü gibi hayatın hem içinde hem de dışında tutan tüllerin arkasına’ Sizin de hayatın içindeyken kendinizi aynı zamanda dışında hissettiğiniz söylenebilir mi? Öykülerinize yansıttığınız gözlemlerin kaynağı biraz da bu mu?

Yazmanın temelinde bu olduğunu düşünüyorum. Hayatın hem içinde hem dışında değilseniz yazma boyutunu yakalamak çok zor. Hayatın içinde olan insan yaşayan insandır sadece. Onun belirgin vasfı yaşamaktır. İnsan yaşarken yazmayı düşünmez. Yaşadığınız bir şeyi yazmak hiç aklınıza gelmez. Eğer yaşadığınız şeyde bir eksiklik varsa o hayatın içinde dolmuyorsa, onu başka bir şeyle doldurma ihtiyacı duyarsınız. Ben yazma ihtiyacının böyle bir anda ortaya çıktığını düşünüyorum. En azından benim için böyle bir durumda açığa çıkıyor. Böyle durumlarda şiddetleniyor, palazlanıyor. Yani sanki hayatın eksik kalan taraflarını yazıyla doldurmak için bir girişim.

Bu eksiklik sadece hayata dair bir eksiklik mi? Yani kendinizde olan bir çelişkiyi halletmek amacı da taşıyabilir mi yazmak?

Elbette, son kitabımı yazarken bunu çok daha bariz hissettim. Kendimde oturmayan taşları, dolmayan boşlukları, atılması gereken fazlalıkları düşündüğüm zamanda bunları bulmak için de yazmaya ihtiyaç hissediyorum. Ben yazdıktan sonra budanmış bir ağaç gibi hissediyorum aslında. Bu hoşuma gidiyor, fazlalıklarımdan kurtulmuş oluyorum. “Ben neyim?” sorusuna yazdıktan sonra daha net bir cevap bulabiliyorum. Çünkü biz günlük yaşamı sorgulamadan alıyoruz. Birçok şeyin içindeyiz, algının, izlenimin, bir çok saldırının hatta birçok ilişkinin… Bunları o an eleyip, seçip ayıracak zamanımız yok. Hepsini bir telaş içinde yaşıyoruz. Ben o ayıklama işini yazarken yapıyorum. Yazdığım zaman ‘hayır, bu bana ait bir ilişki değil’ diyorum, bu hayatımın dışında kalmalı, bu benim anlamım değil, bu anlama da ihtiyacım yok ya da bu benim aşkım değil.

Camtutan”ın son öyküsü vardı. Hayatınızın hızını yavaşlattığını düşünüyor musunuz yazma ve ayıklama işinin…

Kesinlikle, bu yüzden yazmayı zaten çok seviyorum. Hayat çok hızlı, yazmak da çok yavaş. Yazmak beni ancak hayata karşı dengeliyor, beni güvende tutuyor.

Özellikle ilk kitabınız “Hayal Günlüğü”nde çok yoğun bir gri ve beyaz etkisi vardı. Bu renkler sizin için neyi ifade ediyor, genel anlamda renklerin bir anlamı var mı?

O hikayeleri yazdığım dönemi düşünüyorum, ne anlama geliyordu, çünkü renklerin anlamı da zamanla değişiyor. O hayatın içindeki bulanıklığın rengiydi aslında. Onları 20’li yaşlarda yazdım, üniversite öğrencisiydim o zaman. O belirsizliğin içinden çok net bir şey de çıkmalı. Onu hissediyorsunuz, seziyorsunuz fakat ne olduğunu bilmiyorsunuz. O telaşla belki de her güne başlıyorsunuz. Bugün daha net bir şey bulacağım ve hayatım anlam kazanacak, hayatın ne olduğuna dair bir ipucu daha yakalayacağım. Belki bu umutla başlıyorsunuz güne ama her gün başka bir bulanıklıkla, başka bir gri tabloyla karşılaşıyorsunuz.

‘Belkibir gün, yitik kelimelerimi bulabilirsem her şeyi anlatabilirim’ demişsiniz. Öykü yazmak yitik kelimelerinizi aramak mı?

Her öykü yazmaya başladığı zaman insan aslında kelime aramaya çıkıyor. Kelime aramaya çıkan bir avcı gibisiniz. Kelime hâzinenizin çok geniş olması, dil yeteneğinizin yüksek olması… Bunlar belirlemiyor yazdığınız öykünün kalitesini ya da kalıcılığını. Gerçekten o öyküye ait kelimeleri bulabilecek misiniz? O öyküyle birlikte kendinize ait kılacağınız kelimeleri, cümleleri bulabilecek misiniz? Bu umutla, bu telaşla, bu korkuyla başlıyor aslında her yazma eylemi. Ben “Hayal Günlüğü”nü bununla bitirdim, çok da manidar. Bir sevgi demek ki. Ondan sonra iki, üç yıl hiç öykü yazmadım, yazamadım. Çünkü kelimelerimle arama başka bir şey girdi. Bana ait kelimeleri bulamadım, yazmaktan koptum. Hiç yazamadığım bir dönem oldu, bazen hiç yazamayacağımı da düşündüm. Bilmiyordum, o çok belirsiz bir dönemdi.

Öykünün edebiyatın diğer türleriyle ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz? Şiirin çok yakın akrabası olarak kabul edilir, romana aslında yakın değildir denir…

Hikayenin bendeki anlamını, şu şekilde izah edebilirim; Hikayenin insana dar alanda derinlik kazandıran bir edebiyat türü olduğunu düşünüyorum. Alanımızı daraltıp derinliğimizi çoğaltıyor. Ben hikayeyi bu yüzden seviyorum. Bu işlevi gören başka edebiyat türleri yok mu? Kısmen gören var. Mesela, romanın insanın alanını daraltmakla kalmadığını düşünüyorum, roman aynı zamanda hem geniş hem de derin bir alan istiyor, matematiksel olarak söylersek bunu. Şiirse şiirin yeri bambaşka. Şiir,her şeye benzeyen ama hiçbiri olmayan bir tür. Yani biz bir çok şeyin içinde şiirsel bir şeyler buluruz ama asla şiirin kendisini şiirden başka bir yerde bulamayız. Şiir o yüzden bambaşka. Şiir tüm alanların dışında, üstünde bir mekan kurmayı gerektiriyor. O ayrı bir mekan istiyor, şiir hiçbir mekana razı değil, kendi mekanını kendi yaratmak istiyor. Bu ikisinin arasında kendine ait bir yerde duruyor öykü, öykünün yerini bu modern dünyada daha sağlam buluyorum. Romanın kolay popülarize olan, kolay sığlaştırılabilen bir tarafı var, böyle bir imkan tanıyor. Uzun hikayeler, entrikalar anlatma durumu, insanları cezp eden tarafı, yüzeysel durumlara ve olaylara kolay cevap verebilen tarafı romanı kullanıma açık hale getiriyor. Hikayenin böyle bir şeyi yok, hikayeyi daha bakir, daha masum buluyorum.

“HayalGünlüğü”nden “Camtutan”a neler değişti sizin öykünüzde?

“Hayal Günlüğü”nde daha somut olaylara eğilmişsiniz sanki,

“Camtutan”da daha soyut, daha müphem, daha farklı bir örgü var.

Bu pozitif bir durum olarak algılanıyorsa, olgunlaştığımı düşünebilirim, daha önce bir arkadaşım da dile getirmişti. İkinci öykü kitabımda bilerek yapmaya çalıştığım bir şey. Kendi hikaye tarzımı, kendi üslubumu netleştirmek için böyle bir yola girdiğimi söyleyebilirim. Oysa ben birinci öykü kitabımda da çok müphem bulunuyordum, orada İkinciye kıyaslandığında yine de bir olay var, en azından onlar durum hikayesine girecek, olayı arka plana alan hikayeler. Bu kitap daha da olaydan bağımsız ve artık olayların görünmeyen boyutlarıyla ilgilenen, onları hikayeleştiren, hikaye diline malzeme yapmaya çalışan bir bakış açısının, bir çabanın ürünü. Bu aynı zamanda benim hayata bakışımından bu şekilde olgunlaştığını gösteriyor aslında. Ben eskiden beri olaylara çok fazla dikkatle bakan, olayları hafızasında tutan, olayları kolay aktarabilen biri değilim, günlük hayatta böyleyim. Benim için aslolan olaylann arkasında yatan şeydir, onu merak ederim, onun için bir an Önce olay geçsin, olayın arkasında olan açığa çıksın diye beklerim. İkinci kitabımda sanırım olayların görünen kısmıyla ilgilenmeyip, arkasında ne yatıyorsa, hangi duygu, hangi anlam, hangi durum yatıyorsa direk onu anlatmaya çalıştım. Ben kendi adıma bundan memnunum, çünkü ben bunu istiyorum zaten. Benim hikaye dediğim bu şekilde gelişsin istiyorum, aslında bu riskli bir şey. Bu kadar soyut Öykü yazmak çok da iyi bir şey değil, okuyucu açısından zor olduğu söyleniyor. Benim zihnimin işleyiş biçimine de en iyi bu uyuyor.

“Kağıt üzerinde sonsuz özgür müsünüz? Kaleminizi sınırlayan şeyler var mı yazarken?

Tabi ki, ben yazarken kendimi bir sorumluluk duygusu içinde hissediyorum, aklıma gelen her şeyi yazamam. Kendi içinde kontrol mekanizması olan biriyim. Bunun iki anlamı var. Birincisi o hikayenin alanının dışına çıkan şeyleri yazmamalıyım, ona sadık kalmalıyım, hikayenin özüne sadık kalmalıyım. İkincisi yazdıklarım sonunda bir okuyucuya ulaşacak. Okur-yazar ilişkisi aynı zamanda bir sorumluluk ilişkisi. Ben aklıma her gelen, insanları kışkırtan, insanları cezbeden her şeyi yazamam, bunun benim için bir ahlaki boyutu var. Ahlakçı bir tutum içindeyim bu konuda. Edebiyatın aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu da düşünüyorum. Bir ahlaki sorumluluğu var edebiyatın. Modern edebiyat anlayışına katılmıyorum. Sanatçı istediğini yapar, sanatçı her konuda özgürdür.

Kitabınızın ilk ve en önemli okuru sizsiniz…

Evet, o yüzden benim ilk eşiğimi geçerse, ondan sonra diğer okurlara ulaştığında da bende bıraktığı en üst duyu, en üst etki neyse onu bıraksın istiyorum. Böyle bir özlem içinde oluyorum ama. tabi olur mu olmaz mı? Bilmem insanlarda ne uyandırıyor? Şöyle bir hisse kapılıyorum yazarken. ” Acaba bu cümleyi benim yazdığım boyutta okuyor mu okuyucu, mesela bunu merak ediyorum. Bu mümkün müdür? Onu da sorguluyorum, o kadar farklıyız ki birbirimizden, birimizin yazdığı cümleyi tam o yazdığı anlamda, boyutta yakalayabiliyor mu? ★Dünyayı farklı gözlerle görüp, yine de aynı şeyi görmek gibi. Ama herkes kendi açısından görüyor. Mesela, “Yolcu”da var, “Aklımın Arka Bahçesi”nde. Gökyüzüne bakmak, bakmak… Orada sonunu aramak, o ipin kopması, ince bir iple bağlı olduğunu hissetmek yada sadece her şeye… Gökyüzü benim için çok Önemli bir şey. İkinci kitabımda da bariz bir şekilde var. Gökyüzü bence gerçekliğin dışına çıktığımız, gerçekliğin dışında bir şey olduğunu bize ilk fark ettiren yer gökyüzü. Çocukluğumuzdan hepimiz aynı izlenimlere sahibiz tahmin ediyorum. Yeri algılıyoruz, ona dokunuyoruz, onda yaşıyoruz. Tamam ama gök ne, bu ne? Bu bir defa çocukluğumuzdaki ilk hayretimiz, ilk şaşkınlığımız. Oraya niye çıkamıyoruz, oraya niye dokunamıyoruz, bulutların üzerinde olamıyoruz? Gerçeklik alemiyle yetinmeme duygusunun karşılığı benim için. O yüzden gökyüzü hep olacak hikayelerimde. Anlamını her yaşta, her konumda sorgulamaya devam edeceğim ben…

Bir öyküyü yazmaya başlarken, o öykünün sizi nereye götüreceğini bilerek mi başlarsınız yoksa, bilmediğiniz bir yolculuğa çıkmak mıdır öyküye başlamak?

Başınıza nelerin geleceğini sezdiğiniz bir yolculuğa çıkmak gibi. Sezgiyle biliyorsunuz, bir yolculuğa çıkıyorsunuz, başınıza iyi yada kötü şeyler gelecek, içinize doğar ama olayın ne olduğunu, kendisinin ne olduğunu bilmezsiniz. Ama sonucu bilirsiniz. İyi midir, kötü müdür? Felaket mi, mutluluk mu? Onu sezersiniz açık bir şekilde fakat içini dolduramazsınız. Hikaye yazmak belki o olayın içini doldurmak işi. Bir anlam yakalıyorsunuz, bir şeyi seziyorsunuz sonuca dair bir şey. Ben hikayelerimin sonunu bilmeden yazamam Sonunu bilirim ama sona kadar nasıl gideceğimi bilmiyorum. Beni oraya götürecek şeylerin ne olduğunu, cümlelerin, olay örgüsünün ne olduğunu yazarken keşfediyorum. Sonunu sonradan bulmuyorum. Mesela bir çok yazar “sonunu bilmeden yazarım” diyor, ben sonunu biliyorum da yana gidene kadar başıma ne geleceğini bilmiyorum.

Uzun bir alıntı aktaracağım; keskin bir acı, bir kramp kendimize getiriyor bizi, alıştığımız yerlerimizi fark ediyoruz,  alışkanlığa dönüşmüş hallerimizi, düşünmeden kurduğumuz cümleleri, düşünerek konuşmak mümkün mü, ya tamamlayan çıkmazsa, hatta anlayan, böylesi güvenli, herkes birbirini ne söyleyeceğini bilerek dinliyor, oysa içimde birikenler, yani cümlelerimiz, akşam sineklerine benzetiyorum onları, birbirlerine doğru sürekli deviniyorlar, hırçın, tatminsiz, hedefsiz bir devinim, sahversek, bu defa ayaklar altında kalmalarından, serseri bir tokatla ölmelerinden korkuyoruz, ölseler n’olur, biz onları, mütemadiyen üretecek yetenekte değil miyiz?..” Öykülerinizi okuyuculara doğru salıverirken aynı korkuları taşıyor musunuz?

Taşıyorum, çünkü benim için konuşmak, bir şey anlatmak sıkıntılı bir şey. Ben konuşmaktan hazetmeyen biriyim. Çok konuşan biri gibi görünürüm ama konuşmak benim için işlerin en yorucu olanıdır. En çok enerjiyi konuşurken harcıyorum. Çocukluğumdan kalma bir şey bu. İnsanların konuşarak hayatı tükettiklerine kaniyim. Konuşmazsak, konuşarak harcadığımız enerjiyi , onu hissetme .yaşama boyutuna aktarabilirsek, çok daha kalıcı olur hissine sahibim ben. Konuştuğumuz oranda hafifliyor her şey. Aslında yazmak da insanın düşüncelerini, duygularını indirgemesi demek. Asla hissettiğiniz boyutta anlatamıyorsunuz. Kelimeye dönüştüğü anda, söze dönüştüğü anda bir fire veriyor, bir kayıp bu, bir taviz durumu yazma ve konuşma. Birinci riski bu benim için. Taviz vermeli miyim, bu bende mi kalsın, ben mi yaşayayım bunu? İlk önce onunla hesaplaşıyorum. İkincisi anlattığınız acaba ne kadar anlattığınız gibi anlaşılacak? Bu risk var. Kimbilir insanlar ondan ne çıkaracak, hiç murad etmediğiniz bir şey çıkacak ondan, hiç istemediğiniz bir boyutta algılanacak. Onu şöyle aşıyorum. Her insan, her bakış Allah’ın yarattığı bir açıdır, bir boyuttur. Herkes gerçekliği kendi boyutundan yeniden keşfetme, tanıma, anlamlandırma ihtiyacı içindedir. Benim yazdıklarım da sonuçta bu örgü içinde, bu düzen içinde kendi yerini bulacaktır O yüzden çok aşırı korkular yaşadığımı söyleyemem. Benim için yazmaya başlamak zor, ondan sonrasını düşünemiyorum.

Çok büyük bir deprem yaşadık Türkiye’de. Çok kalıcı bir eser yok benim görebildiğim kadarıyla. Dergilerde o dönem yayınlanmıştır, bitmiştir. Fotoğraflar kalıyor belki. Mesela uzun zaman Irak denince hep o fotoğrafı hatırlayacaklar… Görsel kültüre dönüşümümüzün bir sonucu mu yoksa?

Evet, olay olarak çok çabuk tüketiliyor medyada. Ben, edebiyatçı veya sanatçı bakışın ayrı bir bakış olduğunu düşünüyorum. Bu olaylara bir sanatçı gözüyle bakılmadığı taktirde, yani bir sanatçı bu olayın içinden geçmediği, kendi gözüyle yeniden düzenlemediği takdirde bu geçici olmaya mahkumdur. Normal bakışın ürünü olarak aktarılacak, bitecek yerine başka bir şey gelecek. Belki bilmiyorum, bir yazarın olayın içinde olması gerek, gerçek bir sanatçının o olayı yaşaması gerekir. Onda kalması, bir süre de dönüşmek için beklemesi gerekir. Sanatçı yaşadığı şeyi anında esere dönüştüren kişi değildir. Zamana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum büyük eserlerin. Çocukluğumuzda yaşadığımız bir şeyin anlamını bile yıllar sonra keşfedip, yazabiliyoruz. Anlam, uzun bir yolculuğun sonunda kavuştuğumuz şeyin adı. Hemen yaşadığım şeyin anlamını biliyorum diyemeyiz, ben olağanüstü bir şey yaşadım dersiniz o kadar. Belki 10 yıl sonra keşfedersiniz ama ne yazık kı bu kısa süre içerisinde bu tip trajik olaylar medyanın malzemesi olarak kullanılıyor, insanların zihninde zaten o tüketilmiş oluyor. Anlamı bile merak edilmiyor artık. Sanki bütün anlamı televizyonda çıkan hali olarak kabul ediliyor. Bunu hallettik diye bakıyor medya, bunu çözdük, bunda düşünecek başka bir şey yok. Başka bir şeye geçelim, diyorlar. O olay belki o andan itibaren üzerinde düşünülmeye başlanacak bir şey Ben sanat eserinin kesinlikle uzun zamana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Yazarın bir esere dönüştürmek için sadece zamana mı ihtiyacı var, yoksa yaşaması mı gerekir?

Kesinlikle, önce yaşaması gerektiğini düşünüyorum. İnsanın yaşantı yoluyla elde etmediği bir bilgiyi, kalıcı bir anlama dönüştürmesi bana mümkün gelmiyor. Sanat eserinin hayal gücüne dayandığı söylenir ama hayal gücü bizim zannettiğimiz gibi oturup hayal kurma gücü değil, yani bu hayal gücünü bu şekilde algılamıyorum. Hayal gücü demek soyutlama gücü demektir önümüzdeki somut şu nesneleri ortadan kaldırıp, onadın yerine bir denklem koyabilmek. Koyabildiğiniz o denklem o nesneyle karşılaştırıldığında onun yerini tutabilecek… Bu bir soyutlama işlemidir, sanat eseri böyle yapılır. Yoksa önümde bir olay var, bunu üzerine biraz da ben hayal kurayım, şunu ekleyim, bunu ekleyim, sanat eseri yapayım, bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Hayal bizde çok yanlış anlaşılan bir kelime. Ben yazarın kendi gündemi olması gereken kişi olduğunu düşünüyorum Yani gündemden aldıklarını esere dönüştüren insan değil bence yazar. Kendi gündemini insanların gündemine sokmak isteyen, insanlara başka bir boyut, başka bir kapı işaret eden insan olması gerekiyor. Bu anlamda yazmanın kısmen bir yalıtım gerektirdiğini düşünüyorum. Günlük hayatta mümkün olduğunca en azından yazma sürecinde yalıtılmak gerekiyor. İkinci kitabımı yurtdışında yazdım ve daha rahat yazdım. Türkiye’dekinden daha rahat yazdığımı hissettim.

İkinci kitabın son öyküsünde; “… kendini seyreden bir ayna gibi, kendimizi gösteren bir yüz buluncaya değin” bir benzerliğin arayışı var.

Bu hikaye aslında kitabın son sözü gibiydi. Genel bir soyutlama var, daha da soyut bir dil var, hiç olay yok. Benim burada üzerinde durduğum; kitap boyunca tekrar edilen sayılarla hesaplaşma durumu var. İnsan yaratıldığında korkunç bir çokluğun içine bırakılıyor, sonsuz sayıların, sonsuz ihtimallerin, sayısız nesnelerinin, durumların içine bırakılıyor. Allah’ın bizden istediği bir şey var. Bu çokluğun içinde “tek”i bul. Bunların hepsini ayıkla, “bir”e ulaş. Nihai hedefimiz “bir”e ulaşmak, bütün hayatımızı bunun için harcıyoruz. Şimdi bu “bir”in anlamı herkes için değişiyor, kimi bunun yerine parayı koyar, kimi aşkı koyar, kimi mesleğini koyar, kimi Allah’ı koyar. Neyse o “bifin yerine koyduğumuz şey, sonunda O’na ulaşırız. Sanatı koyar, sanata ulaşır. Allah’ın bizden istediği o “birin yerine kendisini koymamız.

Peki bu “bir”i ararken benzeri arayıştan söz ediyorsunuz….

Hayat bağlamında düşündüğümüzde bu “bir”e direk bağlanamıyorsunuz tabiri caizse. Bunun için bir aracı gerekiyor. O “bir”in ilk önce izlerini bulmanız gerekiyor. En somut, en yakın olarak görebildiğimiz alan karşı cins. Dolayısıyla aşk nihai hedefimiz gibi görünüyor. Aşkın o mutlak “bir”e ulaşmada basamak olduğunu düşünüyorum. İnsan tek başına kadın veya erkek olarak bir bütünü temsil edemez. Herkes bir yarımdan ibaret. Eğer bütünlüğün peşindeysek tam olmak istiyorsak benzerimizi, karşı cins olarak bulmak zorundayız ki bütünlüğün gerçek anlamını kavrayabilelim. Gerçek birleşmenin, Allah’a ulaşmanın bir üst boyutuna yaklaşabilelim.

Son olarak İstanbul ve Viyana’dan bahsedersek, sanırım iki senedir oradasınız. Viyana’da bulunmak yazmanızı nasıl etkiledi?

Viyana’da bulunmak çok bereketli geldi, zaten oraya gidince yazmaya başladım. Aslında bu kitap 1997’den itibaren zihnimdeydi, peyderpey tamamlanan bir yapısı vardı ama nihai şeklini Viyana’da yakaladım. Viyana benim halet-i ruhiyeme, mizaca uygun bir şehir. Çünkü çok yağmur yağıyor, sisli-puslu bir havası var, ben bu iklime alışığım. İklim açısından çok uyumluyuz. İkinci şansım, çok statik, durgun bir hayat var orada, bu da yazmak için çok ideal. Yani o arka bahçeye geçmiş oldum. Viyana benim arka bahçem şu anda.

Önceki İçerikTANER YÜNCÜOĞLU
Sonraki İçerikDURSUN ALİ TÖKEL