Bir insanın bu kadar geniş alanda yazması iyi bir şey mi? Tartışı- lır. Livera yaylasında elimde “Rüya sineması” kitabı, bir kitaba baktım bir yaylaya… Yaşımız aynı, ben yaylayı ve okumayı, o şehri ve yazmayı sevdi. Hikâyenin yanında roman, masal, deneme, araştırma ve söyleşi türlerinde de ürünler verdi. Sinemadan tasavvufa; öyküden sosyolojiye, yapımcılıktan belgesele, Mevlana’dan Arabi’ye, Hikmet ehlinden ozanlara… Elliye yakın eser neşretti. Onun özelliği herkesim tarafından kitaplarının sevilmesi, sağcı solcu islamcı fark etmez. Tartışmasız alçak gönüllü, mütevazı ve hoş sohbet, şahidim. Türkoloji Bölümünü bitirdi (1983). Bir süre yayıncılık ve öğretmenlik yaptı. Halen TRT Ankara Televizyonunda yapımcı olarak çalışıyor. Şehirleri Süsleyen Yolcu ve Rüya Sineması’yla TYB öykü ve deneme ödülünü, Ozanın Kopuzu, Aşığın Sazı ve Kırkambar belgeselleriyle TMKV ve TYB Tv program ödüllerini kazandı. Doğu klasiklerinden on ikisini (Dede Korkut, Bostan, Gülistan, Kelile ve Dimne, Mem u Zin, Baharistan, Siyasetname vd.) yayına hazırladı. On kitaplık bir “Bilgelik Öyküleri” dizisi derledi ve metinleri yeniden kaleme aldı.

Öykü, deneme, masal, şiir, öğretmenlik vs. TRT’de yapımcılık, belgesel vs. karışık işler değil mi? Şair; “bazı şeylerden kafam karı- şıyor” diyor ya, inan kafam karışıyor. Sizin kafanız nasıl?

Benim kafam fazla karışık değil ama her yazışımdan sonra ilkin bir yerli yerindelik oluyor, her şey sanki yerli yerine oturuyor ama sonunda kafam, yola çıktığımdakinden daha fazla karışmış oluyor.

Sanırım ben, maraton koşamıyorum, tabi bunu anlamak için kırk küsur yaş epeyi geç ama hani derler ya geç olsun da güç olmasın. Gerçi buna da pek inanmam. Zira zaten güçlük doğamızda var. Bizim dünya denilen bu değirmenle aramızda bir çelişki var. Buraya isteğimizle gelmedik, gelmiyoruz. Hangi Âdem’den geldik onu da pek bilmiyoruz. Babamız buraya inerken, indikten sonra ve annemizle neler yaptı da tenzil edildi, bunlara ilişkin olarak da fazla bilgimiz yok. Esasında bütün bilgimiz, Allah’ın bildirdiği kadardır. O’nun takdirinden fazlasını ede edemeyiz. Bu ise talep etmekle olur. Talep eden, artık çaba ve tevekkülden oluşan bir yola girmiştir. İşte bütün mesele bu yola girmektir. Bir yola girmekten söz ederken, bunun felsefi bir şey olduğunu söylemek istemiyorum.

Ama insanın öğretiyle ilişkisi, büyük oranda kişisel bir maceradır. Ötekiyle etkileşimden hukuk vs. doğar ama insanın Yaratıcısıyla ilişkisi şahsidir ve giderek bu şahsilikten çıkarak çevreye dağılır, yayılır. Hani durgun suya bir taş atınca neler oluyorsa öyle. Yani insandaki merkezden söz ediyorum. İlahi merkezden. Ona en doğru ifadesiyle kalb-i selim diyoruz. Bunu, ortaçağ düşünürleri ve hikemi olanla irtibatı tamamen koparmamış olanlar, ‘kalbi akıl’ anlamında, ‘intellectus’ derlerdi. Şeyh-i Ekber der ki, ‘akıl bağdır, sınırlar’, kalp ise sınırsızdır, inhisar kabul etmez. Şimdi karışık bir meseleye gelmiş oluyoruz, bu akıl-kalp meselesi biraz karışıktır. Aklı kalbin bir işlevi olarak görüyorsak iş biraz daha çetrefilleşiyor. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı akılları var.

Neyse… Uzatmayayım, ama ‘aklım’ bu anlamda biraz karışık tabi. Esasında benim aklım öteden beri karışıktı, bu aklı karışıklar için kılavuz falan bana uymaz. Aklın karışmasından yanayım çünkü. Bulanmayınca durulmaz bilirsiniz. İnsan gerçek kendini kaybede kaybede bulur. Aklımızın karışması, , kimi zaman da bir sarahatten, apaçıklıktan olabilir. Yani bir tür dimağ kamaşması. Veya akıl tutulması. Bunu da, mesela bir metne, ‘ne demek istiyor?’ diye sorduğumuzda aklımız karışmış demektir. Aklı karıştıran ve sonra durulması için onu iyice bulandıran şeyin daha anlamlı olduğunu düşünürüm.

Bu soruyu Ankara’yı gördükten sonra özellikle sordum. Ankara’da yazmanın zorlukları nelerdir? Hikmet nasıl bulunur bu şehirde? Hele bir de denizi yoksa bir şehrin?

Ankara’da yaşamanın zorlukları mesela İstanbul’a göre çok az. Ankara, bana hep Üstad Bediüzzaman’ın, Ricalar’ındaki vizyonuyla görünüyor. Hani ilk meclis açılacak, Üstad’ı davet ediyorlar, gelip mecliste bir konuşma yapıyor. Kâinatta diyor en yüksek makam imandır, imandan sonra namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü ise merduttur, reddedilir. Madem burada kanun yapma, hüküm vazetme makamındasınız, o halde, kulluğun bilinciyle olacaksınız. Şaşırıyorlar tabi. Hatta çıkışıyorlar, ‘seni çağırdık burada zaferimiz tebcil edesin ve bizi halkın desteklemesi için bir şeyler söyleyesin, sen geldin namaza dair şeyler anlatıyorsun meclis kürsüsünde’ diye. Üstadın bu hayal kırıklığı içindeyken bir Ankara Kalesi’nin en yüksek burcuna çıkışı var. Oradan bir vizyoner gibi bakar kentin ufuklarına. Tabi kale ihtiyarlamıştır, kendisi yavaş yavaş orta yaşı geçmekte, yaşlanmaktadır, şanlı Osmanlı Devleti ihtiyarlamış, çökmüştür. Burada Bediüzzaman, ‘Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissettim’ diye eseflenir. Kalenin yücesinde, bir tefekküre dalar. Oradan kentin ölümü, Osmanlının ölümü, kendi ölümü derken gurbet içinde gurbette bulur kendisini.

Tabi Ankara o zamandan bugüne çok değişmiştir. Tanpınar’ın Beşşehir’de anlattığı Ankara neredeyse tümüyle yok olmuş. Kent zaten, bozkırın çocuğu ve hani şehrin ruhu denen şey var ya ondan da yoksun. Ankara’ya ruh veren, Hacı Bayram-ı Veli ve dostlarıdır bir bakıma. Yani şehrin manevi sahibi o’dur. Onun izlerine bugün bile rastlarsınız. Benim oturduğum semt örneğin. Hacı Bayram’ın müritlerinden biri dergâh açmış zamanında. Bugünkü Ulus’un, o merkez caddesinde, bankaların filan olduğu yerde, yüz yıl önce yedi sekiz tekke varmış. İkindi namazı sonrasında bilhassa bahçesi güllerle dolu olan Mevlevi tekkesinde bir yandan rüzgâr efil efil eserek gül kokusu taşırmış çevreye bir yandan da Mevlevi postnişinler ve müritler ney üfler, mesnevi okurlarmış. Tabi, şimdi burası bir kâbus gibidir.

Mesela Solfasol diye bir semt vardır, bu da yine şeyhle ilgili, Zülfazıl’dan bozma. Etimesgut örneğin, Bayrami erenlerinden Ahi Mesut’un –ki o da Bayram’ın öğrencilerindendir- adına izafeten verilmiş, sonradan bozularak Etimesgut yapılmış. Bu kent, o zamanlar yani yeni devletin oluştuğu sıralar, konumu bakımından seçilmiş. Oysa bugün hâlâ ülkenin başkenti bana sorarsanız İstanbul’dur. Ankara, hep o cinnet geçirmiş olan bürokrasinin soğuk kenti olarak kalmağa mahkûm görünüyor. Asık yüzlü, sert çehreli, üniformalı bir şey. Ankara bu yönlerden kara bir kent gerçekten. Soluk alacak bir köşesi yok. Birkaç parkı ve göleti dışında, nefesleneceğiniz bir yer bulamazsınız. Bu İslamcı mislamcı, milliyetçi muhafazakâr sağcı –İdris Küçükömer’in kulakları çınlasın, Türkiye solu da muhafazakârdır bir bakı- ma- belediyelerin yaptıkları da yüksek düzeyde bir şehir kültürüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir şey, arabesk bir şey. Çetin Atlan şöyle bir şey yazmıştı yanlış hatırlamıyorsam, bir yabancı heyet geliyor, hani ekonomik siyasi temaslar filan, toplantı moplantı, sonra bir kent gezisi istiyorlar. Hay hay deniyor. Ve başlıyorlar. İşte şurası Selçuklulardan kalma bir mescid, burası bir Osmanlı çeşmesi, burası bir Bizans sarnıcı, gezdiriyorlar. Adamlar şaşırıyor tabi ve soruyorlar, ‘gösterdiğiniz her şey, eski uygarlıklara ait şeyler, sizin yetmiş seksen yıllık bir Cumhuriyet tecrübeniz var, bize Cumhuriyetin eserlerini de gösterseniz’. Bizimkiler apışıp kalıyor tabi, bir Ziraat Bankası binası, Kızılay’daki o salak gökdelen, Çankaya’daki atakula denen ve hiçbir özelliği olmayan o gereksiz şey… Gerçi Ziraat Bankası da son dönem Osmanlı yapılarındandır, neo-klasik denilen. Şimdi aslolan, kendiniz bir kentten, bir kentli ve bir kente bağlı hissetmenizdir. Yani ‘toprağın ruhu’ denilen o sırla ilişkiniz.

Ben kendimi hiçbir zaman bu kente ait ve bu kentten hissetmedim. O ünlü Yahya Kemal nüktesindeki gibi, Ankara’nın hep terk edip bir yerlere gitmesi güzel oldu benim için. Mesleğim de –o hâlâ benimseyemeden yaptığım iş- buna imkân verdiğinden sık sık Ankara’nın kara üniformalı asık çehresinden kaçıp kurtuldum. Çünkü bu kent, ne bana hakkım olan ve özümün gürleşmesine katkıda bulunacak bir özgürlük ortamı sağlıyorne de kendimi meselâ Paris’te, Berlin’de veya İstanbul’da yaşadığım gibi müthiş bir coşkuyla, bir bulut gibi kendimden geçirebiliyor. Ama, hikmet dediğimiz ve ancak manevi bir tecrübeyle Allah’ın Hâkim adıyla sunduğu o hal bilgisinin yaşanılan mekanla çok fazla ilgili olduğu söylenemez. İnanı- yorum ki bu kentte de hâlâ pek çok evliya yaşıyor.

Kitaplarınız okurken hep bir şeyler kıpırdar içinizde… Bir bü- tünlük arayanların işi zordur. Hasan Aycın ağabeyin öyle karikatürleri vardır. Sağa sola panik içinde koşuşturan, çıkış yolu arayan bir adam gelir gözümüzün önüne. Sizi sarsan bir dizeye, bazen bir imgeye hatta noktaya rastlarsınız. Bazen yüzünüze çarpar bütün bunlar, savrulursunuz. Bir şiir tadı yalar geçer yüreğinizi sizi alıp götürür… Nasıl doğuyor bütün bunlar?

Doğrusunu isterseniz bunu ben de bilmiyorum. Kendimi bildim bileli –ki bu biliş geç başladı ve henüz tam anlamıyla başlamadı- yazıyorum. Ama her kezinde ilk defa yazıyorum gibi oluyor. Bende bir akım, bir rüzgar oluyor. Bu nasıl hazırlanıyor içimde bilmiyorum. Bildiğim şey, yazarken sevinçle kederi doruk noktasında yaşadığım, canım bedenimden çıkıyor gibi oluyorum, bitince fırtına dinmiş gibi oluyor, sessizlik başlıyor, sonra, başımdaki o büyüyen ses, o uğultu diniyor gibi oluyor, bir süre sonra yeniden sesler birikmeye başlıyor.

Ben karşılaştığım her acıya artık gülümseyerek bakabiliyorum. Bu, inanılmaz derecede güzel bir şey. Ama, o acıların da içerde biriktiğini hissediyorum. Her yeni acı, beni, geçmiş yaşamıma götürüyor. Tabi yazmanın omzumuzdaki yazıcı melekler gibi güç ve sorumluluk isteyen bir yanı var. Onlar nasıl doğruyu yazıyorlarsa, bizim de yüreğimizle kalemimizin arasını daraltmamız gerekiyor. Bir ayette, ‘kulumla kalbi arasına ancak ben girerim’ buyrulur. Bu arada olup bitiyor demek ki her şey. Bazen yazarken kendimi içsiz bir kabuk gibi hissediyorum, bazen kabuğu olmayan bir iç, sadece bir iç gibi. Ama eğer kabuk özü koruyorsa, bunun yazmakla çok ilişkisi var ve insan yazarak bir süreci, bir macerayı yaşıyor. Yani bir yolculuk gibi, sürekli seferler ediyor. Yola bıraktığı işaret taşları sözcükler. Yazı, o yolculuktaki keşiflerin toplamı. Gerçi ben herkesin tek bir şeyi söylemek üzere geldiğine inanırım. Her insan bir mecaz olarak yani Tanrı’yı işaret eden bir ikon olarak gelir ve yine bir mecaz’ı çeşitli yönleriyle ama tek mecazı söyler gider.

Elimizden tutan kitaplarınız; dere tepe insanı gezdirirken insan taşlara da çarpmıyor değil, aklınız gidiyor yüreğiniz kalıyor daha çok. Yürek sizde neye tekabül eder?

Az önce söylediğim gibi kalbi aklın bir işlevi olarak, bir boyutu olarak gördüğümü söylemeliyim. Gönül diyelim buna isterseniz. Bu sözcük daha kapsamlı, daha kastıma yakın.

Tabi aklı, araçsal akıl, işlevsel akıl vs biçiminde değerlendirenler de var. Ama, gelenekselci ekolün düşünürleri ve bilgeleri, irfanın Allah tarafından bağışlandığını söylerler. Efendimizin, ‘faydasız ilimden sana sığınırım’ ifadesini hatırlayalım. Şimdi bu hikmet veya marifet denilen şey, bir bilgi değil, yani knowledge değil. Bu, edinilen, kazanılan, işte okuyarak filan ula- şılan bir şey değil. Guenon bundan kinaye şöyle der; ‘okunarak arif olunmaz’. Bu yüzden arif-i billah diyoruz mesela. Yani Allah’ın irfan bağışladığı kimse. Bu tabi modern ve sonrası zamanların yabancısı olduğu bir şey. İlim, irfan, hikmet, takva gibi keyfiyetler sözlüğümüzden çoktan çıktı. Çünkü ya- şamımızdan çıktı. Nasıl yaşarsanız, yani iç yaşantınız nasılsa, öyle konuşursunuz. Wittgenstein, ‘sözcükler eylemlerdir’ der. Bu madem eylenen bir şey o halde, hikmetin kokusunu taşıyan bir metin de, bir dil de aslında okunarak elde edilebilecek bir şey değil. Bizim düşlerimizden bile çekilmiş olan o yüksek soyutlama özelliği, sufilerin günlük yaşantılarında sürekli tecrübe ettikleri bir haldir. Onlar gökleri yere indirebiliyorlar. Ortaçağ sanatçılarının düş ülkesi olarak anlattıkları şey böyle işte. Bunun da yani Tanrısal merkezin de kalp olduğunu biliyoruz.‘Yere göğe sığmadım, inanmış kulumun kalbine sığdım’ buyrulur.

Kalp, Allah’ın arşı gibidir, yani nisanın arşı kalbidir ve kendisini hiçbir şeyin sınırlayamadığı, sınırsız ve aşkın olan, aşkın olma sınırının da ötesinde bulunan, yani kendini Allah olarak vazettiği düzeyin de ötesinde bulunan Rabbin sığdığı bir yerdir.

Yani çok akılları vardır.

Tasavvufa nasıl bakıyorsunuz? Özellikle Muhyiddin Arabi konusunda neler dersiniz? Galiba bu konuda özel çalışmalarınız da var.

Tasavvufa uzaktan alık alık bakıyorum. Veya şöyle diyeyim, aç bir kedinin yüksekte, yetişemediği yerdeki kuzu ciğerine baktığı gibi bakıyorum. Şaka bir yana, tasavvuf dediğimiz durum, aslında dinin Bâtıni, içsel boyutundan başka bir şey değildir. O’ndan başka bir şey yoktur, diyen gerçekte Allah’tan başka ilah yoktur demektedir.

Ama tabi bu yolun bir geleneği, bir adabı, erkânı var, bir meclisi var. Öyle patavatsız girilemiyor. Tasavvuf bir bilgi olarak alınamıyor. Tasavvuf tarihi, tasavvuf düşüncesi gibi filan bazı kürsüler var. Bunlar boş işler. Beni bağışlasın hocalarım ama tasavvuf damardan alınan bir şey. Kuşların Dili’nde Attar muhteşem bir şey söyler: “Senden yani Anka’nın kanadından küçük bir tüy düşerse bir üzerine, orayı tümüyle nurlandırır”, gibisinden. Bu yolun adap ve erkânına bakmak lazım. Modern zamanlarda yeryüzünde Allah’ın evliyaları vardır kuşkusuz ama umumi bir kirlenme olduğu için, bu adap ve erkân ortadan kalkıyor. Son Bektaşi şeyhlerinden birinin kıyıya giderek, Haliç’in kıyısına, yıllar önce, hırkasını çıkarıp fırlattığı ve ‘bu iş bitti’ dediği söylenir. İşte ‘bu iş’ bir gelenek olarak iyice tavsamıştır ama kişisel olarak dinin içsel boyutunu yaşayan ve idrak eden insanlar vardır ve çoktur. Gelenekselci ekolün izleyicilerine böyle bakmak lazım. Hz. Mevlana veya Şeyh-i Ekber’i okuyarak Müslüman oluyorlar ve giderek nefsi tezkiye yollarını oradan buluyorlar. Ben daha ziyade Risale-i Nur merkezli okumalar yaptım. Ama Bediüzzaman’ın, ‘İslam’ın mucizesi’ diye nitelediği Muhyiddin İbnü’l-Arabi’yi biraz olsun tanıdıktan sonra bu işi damardan almanın yolu nedir diye aranmaya başladım.

Altmışiki doğumlusunuz, yaşınızın yarısı kadar kitap yayınladınız. Neler okuyorsunuz? Nasıl geçer Sadık Yalsızuçanlar’ın bir günü? Gençlerin buna ihtiyacı var.

Yazdıklarım ‘kitap’ sözcüğünü hak ediyor mu bilmem. Ama yazdıklarımdan geriye bir şeylerin kalacağını hissediyorum. Bir düzeltme yapayım, yaşımın yarısın epeyce geçti kitaplar. Gerçi aralarında yenidenyazımını, çeviri yazımını yaptıklarım ve gazete, dergi yazılarından oluşanları da var ama… Günüm nasıl geçiyor? Rüzgâr gibi. Boş. Avare. Amele gibi çalışarak. Akşamında mutlaka yorgun, halsiz. Biraz yarasa gibiyim, yani kurtadam, geceleri dinlenme vakti kılınmıştır. Ama buna uyduğumu söyleyemem. Çünkü sabah gözlerimi kapamayıp, vazifemi yapamadığım bir iş yerine gitmem gerekiyor. Maişet belası. Hoş, hevesle yaptığım işler de var, bazı belgeseller. Kum Saati mesela. Şu sıralar yaptığı Aşka Dair gibi. Sonra bi koşuşturmaca başlıyor. İkindileyin veya kurgu filan varsa akşamdan sonra eve dönüyorum ve ikinci hayatım başlıyor. Yaşamım adeta şizofrenik bir kurgu içinde geçiyor. Birbiriyle ilgisiz birkaç kişilik. Çoluk çocuk işte, ev bark, yemek mutfak vs. neler okuyorum? Hâlâ Risale merkezli okuduğumu söyleyebilirim. Ama eskisi gibi değil. Esed meali çevirisi elimden düşmüyor. Şeyh-i Ekber’i döne döne okuyorum.

Biraz batıyı izliyorum, yeni deneysel ürünleri filan. Yerimde duramam hiç. Sürekli bir şeyler. Bazen çalışmamak için elimden geleni ardıma komam. Ama çoğunlukla ağır işçi gibi çalıştığımı söyleyebilirim.

Hastalık ve yorgunlukları umursamadan çalışıyorum. Ha bir de Guenon’la bilhassa Schoun elimden düşmüyor.

Kitaplarınız belli kalıplara dökmek zor, öyküleriniz masalımsı ve şiir gibi olabiliyor. İmge ve harflere çokça yaslanıyorsunuz. Tanımlamalara karşı mısınız? Yoksa kalıplara sığmaz yüreğimiz mi diyorsunuz?

Kalp inhisar kabul etmez dedik ya. Bu ‘kalıp’ sözcüğü bana uymuyor. Suret? Belki. Ama kalıp? Asla. Çünkü hayat her an, ansız bir anda yeniden yaratılıyor. Allah yaratışını iade etmez, her an yeniden yaratır. ‘Kün’ der ve varlığın ontolojik modeli yaratılır. Bu şuunattır. Sonra (bu öncelik sonralık da Allah’a uymaz) isimler tecelliye başlar ve o ebedi arketip, o model şehadet aleminde belirir. Bana sorarsanız her şey imgedir. Biz kelimeyiz, harfiz. Kâinat kitabında birer cümleyiz.

Doğu ve Batı kaynaklarında hikmeti ararken modern çağın paradokslarında vurgular yapıyorsunuz. Bazen militan bir derviş edasıyla çıkıyorsunuz karşımıza. Dünyada olup bitenlere bakarken sizi umutlu kılan nedir?

Bunu, nedir diye değil de kimdir diye sormalı. Umut Rahman’dandır. Allah, dünyada Rahman, ahirette Rahim’dir. Bizi korku ve umut arasında tutar. Orada bir trapezden atlar gibi, bangee cumping yapar gibi korkuyla umut arasında sallanıp dururuz. Sonra ölüm rüzgarı eser ve bütün çanları susturur Eliot’un dediği, yaşamla ölüm arasında sallanıp duran. Benim iki ayrı öykü damarımdan söz ediliyor ki ben de bunu görüyorum: Birisi, geleneksel tahkiye tarzını sürdüren, tekrarlayan bir dil. Diğeri, daha çok arayan, yeni ve deneysel sayılabilecek bir dil. Bu tür metinler bende, sözünü ettiğiniz çelişkileri anlatırken ortaya çıkıyor. Modern yapıları anlatırken modern yapılar kurduğumu sanıyorum. Gerçi ışık doğudan geliyor ama, batıda bilhassa erken dönemlerde, ilkçağda ve öncesinde ‘hikmet’ sayılabilecek bir gelenek vardır. Esasında gelenek tektir ve tek kaynaktan akıp gelir. Farklı zamanlarda ve mekânlarda farklı tezahürleri olur. Kızılderililerden, Afrikadaki kabilelere, Eskimolardan Avustralya yerlilerine, İsevisi, Musevisi, Müslümanı, o muazzam irfani geleneğin içinde yer alıyorlar. Schoun bunu abartır ve farklı adlandırmaların saçma olduğunu bile söyler. Derviş edası? Buna inşallah derim ve dua kabul ederim.

Televizyon ve sinemaya içerden biri olarak nasıl bakıyorsunuz? Sizce ‘Müslüman kesim’ kendilerine özgü bir sinema ve televizyon dili geliştirebilirler mi?

Kesim derken mezbaha aklıma geliyor. Bu Müslüman kesim tabiri tabi çok zor durumda. Bize uymadı gibi bizi bozabilir de. Latife bir yana, televizyona hele sinemaya da hayli dışardan ve mesafeli bakıyorum ben. Son geldiğim nokta antitelevizyon. Şu demek: Televizyonun, geleneksel televizyonculuğun doğasını ters yüz etmek. Kurt olup bünyeye girmek. Veya görüntüsü bozulan cihazı üstünden tokatlamak/yumruklamak. Bu da şu demek: Televizyonun sevmediği işler yapmak televizyonda. Mesela ehlinin sürekli konuşması, ilim ve irfan sahiplerinin hiçbir şekilde dikkati dağıtmayacak, sade bir dekorda oturup konuşması. Biraz video kanalı olmak, yani sinema filmleri yayınlamak. Tabi ucuz ve salak filmleri değil. Artık epeyi birikmiş olan yaygın olarak adına Üçüncü Sinema denilen tarzın örneklerini. Siyaset Meydanı format olarak televizyona aykırıydı. Ama yirmisekiz şubat(tan önce başlamıştı)ta sanırım çok korkutuldu, özgür (ne kadar özgürdü tartışılır) bir tartışma ortamı olarak, insanların sözünün ağzına tıkanmadığı bir yerdi. Benzerleri yapıldı ama, sanırım doğru olan, odaklı ve süresiz olmasıydı. Şimdi bu odaklı televizyon da bize uyabilir. Bunu öteden beri söyleyip duruyorum ama sakalım yok. Sinemaya gelince, ölmeden bir film çekebilirsem ne mutlu bana. Hikayesini parça parça yazdığım bir tema var, ne zaman kısmet olur bilemiyorum?

‘Müslüman kesim’e gelince, birkaç yönetmen adayı, birkaç film. İsim vermeyeyim ama bazı doğru filmler yapıldı. Veya o gerçek filmin habercisi çalışmalar. Ama bu ‘kesim’in henüz sinema ürettiği söylenemez. Televizyonculuk da ortada. Bu işin pahalı olması ve geri dönüşte raitingin belirleyici olması işi zora sokuyor. Ama bunun aşılması mümkün ve muhtemel. Bunun için deliler, çılgınlar gerekiyor.

Son olarak heybenizde neler var?

Bir dua kitabı yazdım birkaç gün önce bitirdim. Hiç adında bir öykü kitabı yazdım, bitti.Yeni öyküler var, İslam Klasiklerinden bazılarının çeviriyazımı var, bir derviş romanı var vesselam.

*ESERLERİ:
ÖYKÜ: Şehirleri Süsleyen Yolcu (1986), Gerçeği İnciten Papa- ğan (1992), Kuş Uykusu (1996), Güzeran (1998), Halvet Der Encümen (1998), Varlığın Evi (2002), Sırlı Tuğlalar (2003), Öyküler Kitabı (ilk beş kitap bir arada, 2003), Bir Yolcunun Hâlleri (2003), Hiç (2004), 40 Gözaltı Öyküsü ve Diğerleri (2004), Ayan Beyan (2005).

ROMAN: Yakaza (1992), Kerem ile Aslı (2001), Gezgin (2004).
MASAL: Mavi Kanatlı Bir Kuş (1991), Düş Bahçesi (1998).
DENEME-ARAŞTIRMA: Rüya Sineması (1994), Korku ve Ümit ve Aşk (1996),Televizyon ve Kutsal (1997), Düş Gerçeklik ve Sinema (Ayşe Şasa ve İhsan Kabil ile, 1997), Geçen Gün Ömürdendir (1998), Tarafsızlık Masalı (1998), Düş Kırığı (1998), Aşka Dair Yalanlar, Unsuru’l-Belağat’a İlişkin Notlar (2004), Dua Günlüğü (2004), Tövbe ve İstiğfar Günlüğü (2004).
SÖYLEŞİ: Al Aşkını Ver Beni (2005).
DERLEME-YENİDEN YAZIM: Yeni Şiir Antolojisi (1985), Mem ile Zin (2001), Erdem Öyküleri (2003), Hikmet Öyküleri (2003), Huzur Öyküleri (2003), Rehber Öykü- ler (2003), Mevlâna’dan Öyküler (2004), Saadet Çağından Öyküler, Derviş Öyküleri, Sufi Öyküler, Kur’an’dan Öyküler (2004), Kelile ve Dimne, Gül- şen-i Raz, Gülistan, Bostan, Baharistan, Siyasetname, Binbirgece Masalları, Muallakat-ı Seb’a, Mahzen-i Esrar, Salaman ve Absal, Dede Korkut Kitabı

Önceki İçerikİSKENDER PALA
Sonraki İçerikMEHMET BEKAROĞLU