“Trabzon, sonsuzlugu ufuk çizgisiyle paylaşan, bir mavi denize nazır, yeşille kucaklaşan engebeli ve sarp bir coğrafya üzerinde tarihi ve kültürel mirası ön plana çıkmış bir şehirdir” diye tarif edilir. Benim içinse memleketim ve doğduğum yerdir. Bu şehirde her daim, fikir erbabının oluşturdu- ğu faaliyetler ve değerli yazarlar yanında kültür mekanları da olagelmiştir. Bunlardan biri de “Ruh Sağlığı Merkezidir” (Her kesimden düşünce adamlarının fikrini tartıştığı bir yer) Bunun yanında Gelecek dergisi (1991-1993. 13 sayı) ve Uluslararası İslam düşünce sempozyumları… Trabzon’un kültür tarihinde önemli kilometre taşlarından bazıları bu saydıklarım. Bütün bu yapılanların altındaki imzanın sahibi 1954 Rize doğumlu bir Psikiyatri profesörü. Aynı zamanda bir fikir adamı, akademisyen, siyasetçi ve insan hakları savunucusu.

Mehmet Bekaroğlu denilince aklıma mağlup bir takımın son beş dakikada iki gol atıp galip geleceğine kesin inanan bir mücadele insanı gelir. Tabii eski bir Farozlu olarak “tek başına bir ordu’ deyi- şinde gizli bir sevdamız vardır. Hocam, bir psikiyatri profesörü olarak kendinizin ve toplumun ruh halini nasıl okuyorsunuz?

Kendimle ilgili de bir şeyler söyleyebilirim ama bu uygun olmaz. Toplumla ilgili ise iyi şeyler görmediğimi belirtmeliyim. Tüm sabiteleri kaybolmuş, altındaki zemin kaygan, savrulmuş, şekilsiz bir kalabalık. Yüzyıllar boyu oluşan tüm değerlerini yitirmiş, yerine yeni bir değer koyamayan acayip bir şey. Kimiz, adımız ne, ne yapıyoruz, niçin yapıyoruz? Bu soruların cevabı yok. Güvensiz, birbirine inanmayan, geçmişi olmayan, gelecek için beklentileri kalmamış insanlar. Elbette toplumlar için bu kavram kullanılmaz ama eğer bu belirtileri bir insanda görsek kesin “şizofren” teşhisi koyarız. “Tek başına bir ordu” benzetmesi sizin iltifatınız. Ama umudumu hiç yitirmediğimi, heyecanımı kaybetmediğimi belirtmeliyim. Lise ikinci sınıfta “Büyük Doğu’ dergilerini satarken duyduklarımı bugün de duyuyorum. Elbette mağlup olduk, bunu itiraf etmeliyim. Yanlışlar yaptık, ihmallerimiz var, aceleci davrandık, önümüze geçenlere çok güvendik. Ama olsun kıyamet kopmadı. Geceyi gündüz, kışı yaz izlemeye devam ediyor. Bahar gelince tabiat uyanıyor, çocuklar doğuyor. O halde mücadele de devam ediyor, pes edecek değiliz. Şahsım için söylüyorsak doğrudur, elliyi geçtim, artık son düzlüğü koştuğumuzun farkındayım. Ama olsun belki de altın golü atarız. Sonra, bizim yaptığımız bayrak yarışı değil mi, ben her şeye rağmen bayrağı yeni koşuculara, yeni mücadele insanlarına teslim edeceğimize inanıyorum. “Bir ordu” işini bilmem ama bu ‘tek başına’ kelimesi için de bir kaç cümle söylemeliyim. Bazı dostlar, benim takım oyunu sevmediğimi ya da beceremediğimi söylerler. Aslında seviyorum, takım kurmayı beceririm de, nitekim çok defa takım da kurdum. Ama şimdilerde insanlar çok profesyonelleşti, (!) nerede eski Trabzonsporlular, şimdi insanlar çok para verene gidiyor.

Bir aydın, bir bilim adamı olarak kendinizi tehdit altında hissediyor musunuz? Türkiyeli aydınlar olarak “Doğu konferansı inisiyatifi”ni kurdunuz. Hangi aydınlarla? Türkiye’de aydın var mi? Osmanlıca bilmeden tarih profesörü olmuş, bildiği Batı dilinden tercüme yapan insanlar. Bu insanlarla nereye gidilir?

Türkiye’de aydın var mı? Zor soru. Aslında “aydın” kelimesi sorunlu ama bu kadar derin konulara girmeyelim. Var tabi, bu coğrafyayı seven, insanların dertleri ile dertlenen, okuyan, düşünen, fedakârlık yapan insanlar var. Bölgemize, coğrafyamıza yönelmiş tehlikelerin, tehditlerin farkında olan, bunları sorun edinen insanlar. Dünyayı anlamaya çalışan insanlar var elbette. Dediğiniz de doğru, bir sürü de cahil var. Memlekette ahmaktan ge- çilmiyor. İşte böyle bir ortamda biz “doğu Konferansı insiyatifi” adı altında bir araya geldik. Sadece Türkiyeli aydınlar değil, bölgemizden, İslam coğrafyasından çok sayıda insanla konuşuyoruz. İşgalleri, kuşatmaları, yağmaları, talanları, katliamları konuşuyoruz. Niçin bu bölgeye, coğrafyamıza doluştu, katiller, hırsızlar, yağmacılar diye soruyoruz. Olup bitenleri anlamaya çalı- şıyoruz. Bu coğrafyanın insanları olarak bu coğrafyayı yağmadan korumanın yolu nedir, araştırıyoruz. Elbette kendimizi tehdit altında hissetmeliyiz. Çünkü gerçek ve çok büyük bir tehdit var. Modern uygarlık dünyayı tehdit ediyor. Çevre felaketleri, yoksulluk, açlık, savaşlar, nükleer tehdit. Öte yandan bölgemize yönelik emperyalist kuşatma, işgaller, talanlar, yağmalar, katliamlar. Daha da kötüsü, insanları bitiren modern, neo-liberal büyü, entelektüel sefalet.

Bu Doğu-Batı ayrımı sorunlu değil mi, nasıl tanımıyorsunuz “Doğu’yu, neresidir Doğu, nereden itibaren Batı başlıyor?

Elbette doğu-batı ayırımının sorunlu olduğunu biliyoruz. Ama bugün “doğu” neresidir sorusuna cevap vermek daha kolay. Nihat Genç’in ifadesi ile cevap vereyim. “ABD bombalarının düştüğü her yer ‘Doğu’dur. 11 Eylül sonrasında ABD Başkanı Bush’un söylediklerini hatırlayın: “Yaşam tarzı- mıza saldırdılar” Bu yaşam tarzından kasıt elbette gündelik yaşam değildir. Bush “yaşam tarzı derken, serbest piyasayı, neo-liberal ekonomik politikaları, borsayı, faizi, spekülasyonu kastediyor. Bunlara alternatif olabilecek örneğin; alınteri, adalet, hukuk, insanlık kardeşlik, merhamet, yardımlaşma gibi kavramları yücelten öne çıkaran medeniyetler, ya da medeniyet arayış- ları anlam olarak “doğu”dur. Coğrafya olarak bir güç uygarlığı olan batının sömürdüğü, yakıp yıktığı, yağmaladığı her yer “doğu”dur. Bu anlamıyla Gü- ney Amerika da, Afrika da “doğu”dur.

Toplumlarn birbirlerinden etkilenmesi tarihin her döneminde olmuştur. Örneğin, bugünkü batı uygarlığının temellerinin atıldığı aydınlanma büyük ölçüde islam medeniyetinden etkilenmistir. Bu anlamda bir medeniyetler çatışması ya da medeniyetleri yarıştırmak, kesin çizgilerle ayırmak mümkün mü? Daha önceki konuşmalarınızdan biliyorum siz modernizmi kırılma noktası olarak kabul ediyorsunuz. Türkiye’de, İslam cografyasında batılılaşma veya batıya açılma çok öncelerde başladı. Bu modernleşme ve batılılaşma aynı şeyler mi, bunlara nasıl bakıyorsunuz?

Önce şunu ifade edeyim; modernizm, modernleşme, batılılaşma… Bunlar birbiriyle bağlantılı ama farklı anlamları olan kavramlar. Bu kavramlar üzerine entelektüel ukalalıklar yapmaya gerek yok. Konuştuğumuz konu ile ilgili söylersek; batıda Aydınlanma ile başlayan modern süreç elbette bir kopuştur. İnsanlık, ilahi olandan kopup kendi kaderine el koymuştur. Yani iddia budur. Sonra bu düşünce üzerine bugünkü batı uygarlığı inşa edilmiş- tir. Bu bir güç uygarlığıdır. Kim ne derse desin bu uygarlık için belirleyici olan kapitalizmdir. Kapitalizm, kapitalin, sermayenin egemenliğidir, dünyanın, sermaye sahiplerinin çıkarlarına göre düzenlenmesidir. Sermayenin artması için, kar için her şeyin yapılması mubahtır; savaşlar, katliamlar, yağmalar, talanlar, ahlaki çürüme, toplumsal yozlaşma… Her şey. İşte böyle bir uygarlık karşısında İslam dünyası yenilmiş ve baştanbaşa sömürülen topraklara dönüşmüştür. Bu yenilginin sebepleri ayrı bir tartışmanın konusudur. Batı- lılaşma dediğimiz şey, Önce, bizi yenen düşmanın silahını elde etme amaç olarak başlamiştir. Ama bu yeni uygarlık, modern uygarlık, uzandığınız zaman, tuttuğunuz zaman sizi ele geçirir. Nitekim öyle oldu. İkiyüz yıldan beri batılaşıyoruz. Bu iki uyarlığın etkileşimi, birbirlerinden etkilenmeleri değildir. Size bir şey daha söyleyeyim: Bu Batı uygarlığının, Aydınlanmanın İslam medeniyetinden etkilendiği tezi bana göre bir safsatadır. Elbette bazı geçişler, tercümeler, yöntem transferleri olmuştur. Bu başka şeydir, uygarlığın oluşmasında belirleyici şeyler başkadır. Bu tezi biraz da batılılaşmayı meşrulaştırmak için kullaniyorlar.

Batı hızlı bir zihinsel değişim yaşarken doğuda müthiş bir durağanlaşma söz konusu değil mi? Bu sorgulanmamalı mı? Sizin Doğu Konferansı girişiminiz böyle bir sorgulamanın sonucu değil mi? Bu sorgulamadan ne umdunuz ne buluyorsunuz?

Elbette bunlar sorgulanmalı, sorgulanıyor da. Ama batıdaki zihinsel dönüşümü yüceltmek sorgulama anlamına gelmez. Bildiğiniz gibi, biz Doğu Konferansı girişimini başlatırken daha çok pratik amaçlara yola çıktık. Irak’ın bombalandığı günlerde, bir grup Türkiyeli aydın bir araya gelerek, bu bombalamanın, işgallerin, askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel kuşatmanın arka planını araştırmaya koyuldu. Niçin bu coğrafya yağmalanıyor, niçin bizim insanlarımız paramparça oluyor sorularını sorduk. Aslında bu soruyu sadece biz sormadık. Esasen batı dâhil bütün insanlık egemen uygarlı- ğı sorguluyor. Neo-liberal, dünya düzeni bütün dünyayı yağmalıyor, bütün insanlığı sömürüyor. Demokrasi, liberalizm, dünya cenneti, bütün bunların yalan olduğu anlaşıldı. Uluslararası hukuk, insanlığın ortak kazanımları her şey ayaklar altına alındı, her şey çokuluslu şirketlerin kârı için kullanılıyor, egemen batı uygarlığının insanlığa vereceği hiçbir şey kalmadı. Mesele savaşa karşı çıkmak, ABD’yi durdurmakla bitmiyor. Farklı bir medeniyete, farklı değerlere ihtiyaç var. İnsanlık farklı bir dünya kurmanın gerekliliğine inanmaya başladı. Değerleri ve kavramları, piyasa, borsa, kâr, verimlilik, almak- satmak… Olan. Egemen uygarlık insanları bunaltmıştır. Şimdi farklı arayışlar var. Adalet, hukuk, insanlık, merhamet, kardeşlik, yardımlaşma, insaf gibi kavramlar ve değerlere ihtiyaç var. Doğu Konferansı, pratikte, bu coğrafyanın, İslam coğrafyasının kopmuş, ayrılmış olan bileşenleri arasında kurumuş olan damarları yeniden açmayı, ilişkileri geliştirmeyi, insanlığın dolayimsiz ilişkilere girmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. Ama bu coğrafyada farklı bir dünya işin izini sürdüğümüz kavram ve değerlerin de -potansiyel de olsa- var olduğuna inaniyoruz. Bu anlamda Doğu Konferans yolculuklular bir keşif hareketidir. Her şeyin, kurtuluşunun batıdan gelece- ğine inanan, bu nedenle yüz yıldan fazla bir zamandan beri batıya bakan insanlar, Türkiyeli aydınlar doğuya dönüyor. Şama gidiyor. Emevi camini geziyor, karşısında oturarak düşünüyor. Fena mı?

Siyaseti “fitne” metaforuyla açıklıyorsunuz. Fitneyle mücadeleyi modernizmle mücadele şeklinde anlayabilir miyiz? İslam dünyası bu olayın ne kadar farkında?

“Fitne” insanın seçme özgürlüğünü yok eden. Yönelimini, bilincini bozan bir haldir. Üç temel fitne “den söz edebiliriz: Güvensizlik, açlık, baskı. Bir insan canı, malı ve ırzı tehdit altındaysa ondan din bekleyemezsiniz. Yine bir insan açsa, yoksulsa, kendisinin ve çoluk çocuğunun geçimini sağlayamıyorsa, ayni şekilde bir insan hür değilse, özürlükleri kısıtlanmış- sa, baskı altındaysa din ve güzel şeyler bekleyemezsiniz. Bu haller, insanın yeryüzünde bulunma sebebi olan (imtihan) esprisini bozar. O nedenle siyaseti fitne ile mücadele olarak yorumluyorum. Bir Müslüman siyasetçi, tüm insanlara güvenlik, ekmek ve özgürlük temin etmek için siyaset yapar. Müslümanlık da, diğer dinler de bunun için gönderilmiştir. Bugün egemen dünya sistemi çokuluslu şirketler imparatorluğu, bu imparatorluğun orduları, bankaları, ağır bombardıman uçakları, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahları, IMF’leri, Dünya Bankaları, Dünya Ticaret Örgütleri insanlığı tehdit altında tutmaktadır. Kimsenin canı, malı, namusu, şerefi, ırzı güvende değildir, insanlar büyük kitleler halinde açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmektedir, özgürlük yoktur, demokrasi ve insan hakları dedikleri, yalandan başka bir şey değildir. O halde bu neo-liberal dünya sistemi fitnenin ta kendisidir. Her Müslüman, özellikle siyasete soyunan Müslümanlar, bu büyük fitne ile mücadele etmek zorundadırlar.

Güç uygarlığının şımarıklık boyutunu açtığı günümüzde neo – liberal kuşatmanın altında kıvranan toplumların sizce çıkış yolu ne olmalı?

Emperyalistleri topraklarımızdan çıkaracağız, sadece onları çıkarmakla kalmayacağız, onlarla işbirliği yapanları da cezalandıracağız. Kimse yürüttüğü işbirliği politikalarına ‘yüksek siyaset’demesin. Bunu, yani emperyalistleri topraklarımızdan çıkaracağımızı, onlarla işbirliği yapanları cezalandıracağımızı derhal ilan etmeliyiz. Her şeyde bir hayır var ya, bana göre bu fili işgallerde, ABD eliyle emperyalizmin canavarlaşmasında, bölgemize bütün ağırlıkları ile gelip ezip geçmesinde de bir hayır var. Şimdi sadece malımızı, petrolümüzü, madenlerimizi, tarihi eserlerimizi, hatta kültürümüzü, dinimizi, değerlerimizi yağmalamıyor, namusumuz ve onurumuzla da oynuyor. Her şeyin bir sınırı var, işte simdi o sınırdayız. Ebu Garip olaylarından sonra neyimiz kaldı ki… İste şimdi seferberiz, ya onurumuzu koruyacağız ya da onursuzca yok olacağız. Ben derim ki, onurlu bir şekilde yok olalım.Eğer bunu diyebilirsek, hep beraber bunu diyebilirsek onur mücadelesi başlamıştır ki artık kimse bizi durduramaz. Rahatken, yan gelip yatarken hiçbir şeyin sorgulaması da yapılamıyor. Simdi bu onur sava- şı içinde çok yeni, önemli değerler üreteceğiz, şiirler yazacağız, romanlar yapacağız, destanlar. İste silkiniş, işte yeni medeniyetin ateşi yakıldı. ‘Hep beraber’ işi çok önemli. Milliyetçilikleri bırakacağız, milliyetçilik haramdır, en büyük fitnedir. Bu coğrafyada Araplar, Türkler, Farslar, Kürtler ve diğerleri bin yıl beraber yaşadık. Şimdi tekrar beraber olacağız. Beraber onur savaşı vereceğiz. Şu işe bakın bizi nasıl kilitliyorlar. Türkiye’de bakın, son yirmi yıldır tüm enerjisini, imkânlarını Kürt sorununda harcıyor, böyle saçmalık olur mu? Şimdi birlikte onur savaşı yapmanın zamanı. Olup bitenler bunun için büyük bir imkân. Yüce Allah, bu coğrafyanın insanlarına bir daha böyle bir fırsat verdi. Şimdi bir Selahaddin Eyyubi gerekli. Çok değil, kısa bir zaman sonra o da çıkar, bu coğrafya bir Eyyubi daha çıkarır. Kimse bizi Usame bin Ladin’le karıştırmasın. Mücadelenin yöntemleri ile ilgili bir şey söylemedim. Ben düşmanın silahları ile bir yere gidilemeyeceğine inanıyorum. Düş- manın kullandığı silahlar sorunlu, biz bu silahları kullanamayız. Kullanmaya kalksak da onların gücüne ulaşamayız. Bu çıkmaz bir yoldur. Ben alternatif silahlardan, yöntemlerden söz ediyorum.

Doğu toplumlarında tarihten gelen ciddi sorunlar yok mu? Hilafet-saltanat geleneği demiştiniz, bir sürü diktatör bu halkların enerjilerini tüketirken insanlar, halklar nasıl bir araya gelecek?

Bu soruyu sormasaydınız sohbetimiz eksik kalırdı. Elbette en büyük sorun bu çağdaş diktatörler. Bu coğrafyaya çöreklenmiş diktatörlerin tamamı batılıların adamları, Saddam’ buraya musallat eden Amerika, O’nu koruyan da yine onlar. Şimdi O’nu devirmek için gelip evimizi barkımızı yıkı- yorlar. Bu böyle ama burada farklı bir şey daha var. Bu diktatörler Bunlar bir halife-sultan geleneği üzerinde oturuyorlar. Bu konuyu ciddi bir şekilde konuşmamız gerekiyor. Elbette zor bir şey bu; iyisi- kötüsü var, koca bir tarih, Yezid’den bu yana gelen bu geleneği sorgulamalıyız. İnsanları eşit ve özgür yapan bir yaklaşım gerekli, istişare geleneğini yeniden inşa etmeliyiz. Yine yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Hemen ifade edeyim, batının demokrasisi yaramıza merhem olamaz. Birileri çıkıp demokrasi sorunu var’ diyecektir, diyorlar da. ABD’nin buraya getirdiğini iddia ettiği demokrasi yalanın büyüğüdür. Saddam’ın yerine Allavi ya da Karzai. İste ABD’nin demokrasisi. ABD’nin ve bizim Amerikancılarımızın istediği şey değil benim dediğim. Biz bu coğrafyanın sahipleri, eşit ve özgür insanlar, kendi seçtiklerimizle, kendi değerlerimizle bu cografyayı yöneteceğiz, zenginliklerimize sahip çıkaca- ğız. Gittiğimiz gezdiğimiz yerlerde birçok insan bu konuları konuşuyor. Bu çok sevindirici bir şey.

Bu yolculuklarınızda şahit olduğunuz hepimiz için anlamlı bir şeyler aktarabilir misiniz?

Lübnan İslam coğrafyasının her bakımdan en renkli parçası. Büyük âlimlerden Faddallah ile yaptığımız görüşmede ben grubumuzu tanıtırken, “Çok farklı inanç ve siyasi yönelişi olan arkadaşlarımız var. Aramızda; “sosyalist, liberal, ateist, Ermeni, Müslüman bulunuyor” dedim. Faddallah’in verdiği cevap orada bulunanları derin bir şekilde etkiledi: “ İster ateist olun, ister Hristiyan, hatta ister Yahudi, değil mi ki bu coğrafyada yaşıyorsunuz ve bu coğrafyada yaşamanın bilincindesiniz, bu kuşatmalara, bombalamalara karşı çıkıyorsunuz, hepiniz Müslümansınız, en azından kültürel olarak bu böyledir” dedi.

”Bundan sonra neler yapacaksınız, Bekaroğlu’nu nerelerde göreceğiz?

Bugüne kadar ne yaptıysak onları yapmaya devam edeceğim, Allah in izniyle. Biliyorsunuz, 28 Şubat’ın fırtınalı günlerinde herkes nasıl değiş- tiğini, medenileştiğini, demokratlaştığını, gömleğini, fanilasını nasıl değiş- tirdiğini anlatırken ben özellikle “İslamcı’” olduğumu ilan etmiştim. Aslında “İslamcı” kelimesini sorunlu bulur ve kullanmazdım. Ama o günlerde baktım “adam” gibi Müslümana, siyaseten talepleri olan Müslümana ‘İslamcı’ diyorlar hemen kelimeye sahip çıktım. Bundan sonra bu anlamda İslamcılığa devam edeceğim, put kırmaya, taş çocuklarının yanında durmaya, padişahlara başkaldırmaya devam edeceğim. Bunlar duruşla ilgili. İş olarak da birçok çalışmamız var. Doğu Konferansı çalışmalarını çok anlamlı buluyorum ve çok zaman ayırıyorum. Ayrıca iki yıldır devam eden bir düşünce kuruluşu, bir enstitü çalışmamız var. Yavaş ilerliyor, başta maddi-parasal olmak üzere sorunlarımız var ama inatla çalışmaya devam ediyoruz. Bunu Allah’ın izniyle yapacağız.

Siyaset ne oldu, siyaseti bütünüyle bıraktınız mi?

Bu anlattıklarımın tamamı siyaset değil mi? Eğer parti siyaseti diyorsanız, bıraktım. İlkeler önemli. Yaptığınız işin bir anlamı, bir karşılığı olmalı. Ama siyasi mücadeleyi, parti, parlamento anlamında diyorum, önemsiyorum. Orada anlamlı şeyler yapma imkânınız var. Ama yaşananları biliyorsunuz, gelinen yer ortada, yaşananlarla ilgili her şeyi söyledim, daha konuşmak istemiyorum. Maalesef şimdilik bu yolun üzerinde oturanlar var. Bekleyeceğiz. İlave olarak şunları söyleyeyim: Ben yetişir miyim, aktif olarak bulunabilir miyim bilemiyorum ama bu ülkede bir gün beş tane önemli, güvenilir, güzel insan çıkacak ve beş cümle ile insanları yeniden çağıracak. İnsanlar bu çağrıya kulak verecek, geçmişin yanlışları da ayıklanacak, tekrar güzel işler yapılacak. Neye mi çağıracak; deminden beri anlatmaya çalıştıklarıma.

*ESERLERİ:
1995, İslam Düşünce Sempozyumu.

2007, Gerçek Hayat yazıları.
2007, Siyasetin Sonu.

Önceki İçerikSADIK YALSIZUÇANLAR
Sonraki İçerikNİHAT GENÇ