Ne yalan söyleyeyim ben onun Molla Kasım yazılarını sevdim. İçerden çok güzel eleştirilerdi. “Bombacı Parmenides”, Enformatik Cehalet ve Tercümeleri askerde bir solukta okuduğum kitapları. Akıcı sıkmayan bir dil ve konunun hakkını veren dolu kitaplar. İnanılmaz bir genel kültür, inanılmaz kelime hazinesi. En cins yazarları, şairleri, kitapları ondan duyar; işaret ettiği her yerde yepyeni dünyalar bulursunuz. Yakından tanıyanlar onun aristokrat zevklerin, ilgilerin, koleksiyonların sahibi olduğunu bilirler. İleti- şimi bu kadar mükemmel, yüzü bu kadar güleç, konulara bu kadar hâkim olması doyumsuz sohbetler sunar size. Beni en şaşırtan taraflarından biri de hala çantasında anadolunun ücra bir kasabasında çıkan dergiyle, Pariste yayınlanan bir gazete taşıyor oluşu. Ayrıntıların müdavimidir. Bu nedenle entelektüeldir, ötekini bütün üstün yönleriyle bilir. Her görüş sahibine incitmeden yürekten yakalayan konuşmalar yapar.1953 Bilecik doğumlu. İletişim profesörü, sinema, televizyon onun işi. Siyaset ve devlet adamı, Milli Eğitim ve Kültür ve Turizm Bakanlığı yaptı. Yazılarını; Hareket (1968) Deneme (1970-73), Gelişme (1973-75), Mavera (1980), Yeni Devir (1977-80), Zaman (1986-87), Albatros (1988), Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, Millî Eğitim, Türk Yurdu, Aktüel (haftalık), Türkiye Günlüğü, İlim ve Sanat, Yeni Şafak gibi gazete ve dergilerde yayımladı. Yeni Devir‘de Enes Harman imzasıyla dış politika, “Molla Kasım” takma adıyla mizah yazıları yazdı.Burada unutmadan kurmuş olduğu “yeryüzü yayınevi”nden bahsetmeliyim.Çok iyi kitaplar okuduğumuz bu yayınevin logosu üç yapraktan oluşuyordu.. İlk kitabı Ian Dallas’ın “Gariplerin Kitab”ı. Gariplerin Kitabı’nın çevirmeni de İsmet Özel. Lafı fazla uzatmayayım çünkü söyleşide kültür birikiminin kodlarını, hafızasının ve ilminin derinliğini, göreceksiniz. Tam bir sohbet insanı. Babacanlığı ise bir başka güzel.

Lise birinci sınıfta “Deneme” dergisini Atasoy Müftüoğlu ile çı- kardınız 1971’de. Sayısız dergiye omuz verdiniz. Elifi elifine bir dergi sever olduğunuza şahitlik ederim. Her dergide bir şekilde emeğiniz var. Dergilere nasıl bir anlam yüklüyorsunuz. Sizde iz bırakanlar hangileridir?

Deneme dergisi evet, Eskişehir’de 1970-71’de çıkmaya başladı. Atasoy Müftüoğlu vardı, rahmetli Alaattin Gül vardı, Ahmet Kot vardı, Bekir Şahin vardı, daha sonra Yeryüzü Yayınları’nı ve Ağaç Yayınları’nı kurdu- ğumuz arkadaşlar Özellikle. Yeryüzü Yayınları’nı kurduğumuz Ahmet Kot, Bekir Şahin, İsmet Özel birlikte kurmuştuk. (ama Yeryüzü Yayınları İstanbul’da kuruldu-A.U.) evet İstanbul’da kurulan bu yayınevinin ilk nüvesi, bu Deneme dergisinde atıldı. Eskişehir’de basılıyordu Deneme dergisi, kurşun dizgilerle. Tamamen nostaljik bir dergi hem teknoloji hem de basımı ile… Akçağ Kitabevi destekçisiydi. Akçağ, o zamanlar bir öğrenci kooperatifi olarak kurulmuştu. Kurucusu rahmetli oldu: İsmail ÜNALMIŞ Abi’ydi. İsmail Ağabey’in girişimi ile Ankara’da Yüksek Öğretmen Okulu’nda kurulan Ak- çağ öğrenci yayın kooperatifi önce Ankara’da Bahçelievler’de sonra Ulus’ta, Konya’da Erzurum’da ve Eskişehir’de şubeleri vardı. Tam bir okul gibiydi Akçağ Kitabevi. Bizim için de bir mektepti. Biz de Eskişehir Maarif Koleji’nde okuyan bir grup arkadaş olarak bu Deneme dergisinde o zaman bir araya gelmiştik. Çok kalabalık bir kadro gibi görünür; fakat öyle değildi çoğu müsteardı. Her birimizin 4-5 müstearı vardı. Sonra biz Ankara’ya gelince ben Ahmet Kot, Bekir Şahin; Deneme dergisi kapandı. Ankara’da Gelişme adıyla devam ettirdik. Ama Deneme aylıktı, Gelişme dergisini üç aylık bir dergi olarak çıkardık. Görmüş müydünüz?

İlk sayısı

8 sayı çıktı zaten. Her iki derginin hem yazarı, yazı işleri müdürü Sadık AYAZ’dı; böylece onu da bu vesile ile hatırlamış olalım, kendisi Polatlı’da… Dergiler bizim için orijinal yerlerdi. Hem büroları, yazıhaneleri hem satıldıkları kitabevleri. İçerikleri itibariyle, Bizim dergilerimiz, bizim bir yerlerimize dokunuyorlardı. O dönemde aklımda kalan bek çok dergi var. Her birisi ile ayrı bir duygusal ilişki kurardık. Diriliş dergisi başta, onu da rahmetli Cevat Dülger hocamız tavsiye etmişti, Maarif Koleji’ndeki resim öğretmenimiz. Sezai Bey’in arkadaşı idi. O zaman Maarif Koleji’ne iki dergi geliyordu. Öğrencilere dağıtmak üzere; birisi Diriliş dergisiydi, diğeri de daha sonra İsmet Özel ve arkadaşlarının çıkardığı Halkın Dostları dergisiydi. Biz ikisini de okuyorduk. O dönemin en popüler edebiyat dergileri, tabii Edebiyat dergisi daha sonra. Rahmetli Akif Abi ve Rasim Ağabeylerin çıkardığı Defne diye bir dergi girişimleri olmuştu. Daha doğrusu onlar sonradan bu dergiye müdahil olmuştu.

O zaman Ankara’ya sık sık gidip geliyor muydunuz?

Çok sık olmasa da gidip geliyordum. Daha çok yaz tatillerinde. Sonra Mavera dergisi

Mavera dergisi epey sonralarıdır. Biz Ankara’ya taşındıktan sonra.

Bu dergiler yüreğimizin bir yerlerine dokunuyordur mutlaka; fakat bugün o sıcaklığı hissetmiyor gençlerimiz.

Mesele o dönemde çıkan Hareket dergisi Nurettin Topçu’nun. Benim ilk fikir yazımda orada çıkmıştır. Yıl 1969. Hareket, bizim çok severek takip ettiğimiz bir dergiydi. Rahmetli Nurettin Topçu, Hüseyin Hatemi, Mustafa Kutlu, Aclan Sayılgan… Pek çok imzayı ilk defa gördüğümüz tanıdığımız o dergiydi. Farklı ideolojik kesimler için de geçerliydi bu dergi severlik. Bunlar fikir kulübü dergileriydi. Gençler için gerçekten özendirici, yönlendirici, yü- reklendirici bir tarafları vardı, bu dergilerin. Burada unutmadan bir şey daha söylemek isterim: Eskişehir Maarif Koleji kütüphanesi o dönemde 1965-70 yılları arası demek ki o dönemde Milli Eğitim Bakanlığında bu işlerden anlayan bir adam olmuş olmalı ki, bizim okulun kütüphanesine hemen hemen bütün dergiler geliyordu. Hareket dergisi mesela ben orada gördüm. Hilal mecmuası bile geliyordu. Salih Özcan’ın çıkardığı Hilal. Hisar Mecmuası, Hisar dergisi Cemil Meriç’i ilk defa o dergideki yazılarından tanıdım. Yeni Ufuklar, Türk Folklor Araştırmaları, bu arada yabancı dergiler… Time dergisi gibi… Postacıyı ben kapıda karşılardım. Zamanla postacı, beni okulun gö- revlendirdiğini zannettiğinden postayı beni bulup bana verirdi. Bana teslim ediyordu. Ama bende o kadar hatırası vardır ki hafızamda o dergiler hâlâ canlıdır. Mesela size o dönemden kalan dergi sevgisinin örneğini göstereyim. İşte çantamın içinde (çalışma çantalarını açarak içinden dergiler çı- kardı) İşte “The New York Review of Books” işte başka bir dergi “London Review of Books”, “The Time Literory Supplement” benim hoşuma giden format da bu, Yolcu dergisine benziyor. Bunlar benim çok sevdiğim dergilerdir. Her yazısı ayrı bir konuyu işler. Size çok güzel bir anekdot anlataca- ğım.

Bundan birkaç sene evvel Ortadoğu gezisinde Lübnan’a gitmiştik. Ahmet Davutoğlu da vardı. O da danışmandı o zamanlar. Lübnan başbakanın danışmanıyla karşılaştık. O da profesörmüş. Bana dedi ki gel bu adam da bizden. Kokteylde onunla birlikte konuşalım. Ayaküstü o hocayla konu- şuyoruz. Alman ekolundan gelen çok kültürlü biriydi. Konuşurken Velid Canbolat (d. 7 Ağustos 1949. Lübnan’ın İlerici Sosyalist Partisi “PSP” Genel Başkanı ve Dürzi topluluğunun en tanınmış lideridir. A.U.) yanımıza geldi. Buradan sonrasını anlatmak için geçmiş bir hikâye anlatmam lazım ki anlattığım anlaşılsın. Daha önce yurt dışı seyahatinde uçakta giderken Hasan Cemal de vardı. Onunla şakalaşıyorduk. Bak seni orada tanırlar. O da yok ya oradaki Dürziler beni çok severler dedi, dedemden ötürü. Bir ziyaretinde Velid Canbolat beni o dağın tepesindeki köşkünde ağırladı. Hakikaten adam bir entelektüeldi. Beni yanına oturttu. Otururken posta geldi. İçinden “The New York Review of Books” çıktı. İşte bu dergiye abone entelüktüel biriydi dedi. Öyle bir şey kalmış bende. Şimdi o kokteyle dönersek, Ahmet Davutoğlu ve bu hoca konuşurken Canbolat yanımıza geldi. Bu sefer o profesör, bize Canbolat için dedi ki: “İşte Ortadoğunun en aydın ve entelektüel siyasetçilerinden Velid Canbolat tanıyorsunuz değil mi?” deyince o da “Estağfurullah sizin gibi aydınlar varken entelektüellik bizim neyimize?” dedi, biz de “Aman efendim şu Ortadoğu’da kaç siyasetçi The New York Review of Books abonesi” dedik. Adam şok oldu. Herhalde düşünmüştür ki Vay Be bu Türklerde ne istihbarat var, neye aboneyiz neye değiliz… (gülüşmeler). İşte böyle güzel bir dergidir.

Hakikaten “Yeni Dergi” bir ekoldu. Yeni Ufuklar, Hareket, Diriliş bir- çok arkadaşın yetişmesinde etkili olan dergilerdir. Tabii daha öncelerinde Büyük Doğu öyledir, ağabeylerimizin yetişmesinde büyük katkısı olan. Ama artık dergiler dönemlerini galiba doldurdular. Batı’da öyle değil. Gerçi takip ettiğim kimi dergiler kapandı; ama Batı’da Partizan, A Counter gibi dergiler -sonradan CIA’in siyasal organına döndü ama- güzel bir dergiydi.

İnternet çağında tüm dostluklar sanal. Kitaba ilgi azalıyor. Gençler kitabın kokusundan habersiz. Hızın ve hırsın çağında, Enformasyon bombardımanına tutuluyoruz. Hâlâ Batı’nın teknolojisini alalım; ama kültürünü bırakalım diyoruz. “Avrupa merkezli dü- şüncenin taşrasıyız tespitine katılır mısınız?

Abi şimdi bunların hepsini, ayrı ayrı uzun konuşmak gerekir. Alt baş- lıklara bölüp tartışmak gerekir. Ama ben en kolay, internet, tarafından baş- layayım. Evet, internet hakikaten ciddi bir yaygınlık ve dolayısıyla sığlaşma ortamı oluşturmuştur. Şimdi böyle -kitap ismi zikretmekten kaçınmamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü okuyan gençler okusun diye bir referans olsun diye ismini veriyorum- Gustav Janouch’un küçük bir kitabı olan “Kafka ile Konuşmalar” orda Kafka, 15-16 yaşlarındaki Janouch’a çok fazla okumak için seçmeleri olmadığını görünce klasikleri okumasını tavsiye ederken “Su yayıldıkça sığlaşır.” der… İnternetin bizim için -bizler gibi matbaadan gelen bizim gibiler için- hiç bunları yaşamamış gençler için farklı anlamlar ifade etmektedir. Biz neyi arayacağımızı biliyoruz -ama gençler internetle zihinleri internetle açılmış olanlar, gençler- bizim bu nasıl söyleyeyim zihinsel damak zevkimizden haberdar değillerdir. O terbiyeden geçmedikleri için önlerine gelen her şeye aynı muameleyi yaptıklarını, iyiyle kötüyü ayı- ramadıklarını -iyi olmayanla daha iyi olmayanlarını ayırmayı- bilmiyorlar.

Böyle bir kıstasları yok?

Yok, yok. Bizim bu konuştuğumuz bütün dergiler bize böyle bir terbiye de kazandırmıştır. Has olanla olmayanı ayırt edebilecek bir süreçleri yok. Ama yapacak bir şey yok yani…

Gençler ne yapsın o zaman?

Başka bir dünyanın da var olduğunu, dergilerin dünyasının da hatırlatıp dergilerle yoğrularak çiğliklerini atmalarını tavsiye etmeliyiz. Ve oralardaki tatları da ihmal etmemeleri gerektiğini internet sörflerinde de işe yarayacağı- nı Kafka’dan iki cümle söylediğimizde; Kafka’nın kim olduğunu öğrenmek için belki bakarlar. Belki internet onları kitaba yöneltir. En azından orada bir şeyler okurlar. Yapacak çok fazla bir şey yok. Bunu bir karamsarlıkla söylemiyorum: Şimdi, benim çevirdiğim Rene Guenon’nun “Modern Dünyanın Bunalımı” kitabı şu özdeyişle bitiyor: “Hak her şeyi fetheder.” Bu aynı zamanda bizim sözünü ettiğimiz internet veya o sığlaşmayla başa çıkmayla ilgili yollardan bir tanesi de eğitim olmalı okullar olmalı… Yani eğer bizim dediğimiz şekilde çocukları yönlendirecek kadar bile olsa bir şey veremiyorsak eğitim sistemimizde ciddi sorunlar var demektir ki, var. Onu biliyoruz. Hepimizin yaşadığı bir şey en çok bizim, herkesin ortaklaşa rahatça kabul ettiğimiz – efendim- yabancı dil eğitiminde başarısız olduğumuz gerçeği. Herkes bunu kabul ediyor: İngilizce öğretemiyoruz çocuklarımıza.. Ama sadece o değil, İngilizce öğretemediğimizi İngilizce eğitimimiz uluslararası sınamalara çok fazla girdiği için biliyoruz; yani İngilizce öğretip öğretemediğimizi çocuklar uluslararası standartlarda girdikleri sınavlarla bize gösteriyorlar, görüyoruz orda uluslararası bir ölçümleme var; yani bir ister istemez sınamaya tabi olduğumuz için oradaki başarısızlığımızı anlıyoruz… Ötesi de var matematikte -onlarda da başladı mesela Pisa- aldığımız sonuçlarla orda da görüyoruz ba- şarısızlığımızı… İngilizce eğitimimiz kadar Türkçe eğitimimizi uluslararası

Sınamalara sokamıyoruz, soksak orda daha da kötü durumdayız Allah muhafaza yani.

Çocuk Türkçe bilmiyor ki İngilizce bilsin…

Zaten birbirini besleyen şeyler bunlar…

Sadece eğitimi okulla sınırlamak da doğru değil, denir ki çocu- ğun eğitimi, annesinin karnındayken başlar. Anne baba olacaklara bir şey öğretemedik ki…

O da var. Ama okullarda asgari formel eğitimde de başarısızlık söz konusu ama inşallah bu yeni düzenlemelerle, bunları bir ölçüde artık işin özüne yönelecek noktaya getirmemiz lazım…

Asıl eğitim felsefesinin değişmesi gerekmiyor mu? Tam bununla ilgili şu soruyu sorayım. Eğitim sistemimizde Okul düzeni, kışla düzeni gibi. Sabahleyin erkenden gencecik çocuklar sırtlarında yaklaşık 7 kilo ağırlığında çantalarıyla okula seferber olurlar. Sabah 6’da Öğrenciler “içtima” yapar, toplanır. Okul bahçesinde çocuklara düzgün saflar halinde “andımız” okutulup yüksek sesle, devlete bağlılık yemini yaptırılır. Nizami olarak sınıflara girerler. Öğretmen gelir, komutan girmiş gibi herkes ayağa kalkar, “Günaydın çocuklar” komutuna “Günaydın öğretmenim” cevabı verilir. Öğretmenin masası birkaç santim sınıfın zemininden yüksektir. Öğrencileri süzer, amirane bakar. Öğrenciler birbirlerinin yüzlerini görmez, çünkü öğ- retmene bakacak şekilde dizilmişlerdir. Birde bu düzeni 12 yıl mecburi yaptılar. “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz… Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı/Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim/Bunu bana söylemediniz/Karde- şim İbrahim bana mermer putları/Nasıl devireceğimi öğretmişti.” diyor şair. Hem “milli”sinde hem de “eğitim”inde bir problem yok mu bu sistemin?

Var tabii… Bu soruyla, sorunu tasvir ediyorsunuz zaten. Siz orada çok güzel ifade ettiniz. O sorunun içerisinde var olan eleştirilerin hepsi eğitim sisteminde var. Sezai Karakoç’un şiirleriyle çok güzel taçlandırmışsınız.

Bana çok fazla söyleyecek bir şey kalmıyor. Şu kadarını ben söyleyebilirim: Fabrika düzeni sanayi devriminin getirdiği seri üretim, minimum maliyetle maximum ürün almayı amaçlayan fabrika mantığının eğitime uyarlanmasıdır. Ama artık biliyoruz ki dünya sanayi devrimi, fabrika düzeni yerini başka süreçlere bırakıyor. Yani artık sağıyla soluyla 19.yy. ortak zemini paylaştığı zemindir prodüktivizm, kalkınmacılık. Günümüzde artık yerini başka bakış açılarına başka dünyalara bırakmaya hazırlanıyor; ama yerleşik yapıları -öğretmenin kürsüsü gibi- aynı zamanda belli iktidar göstergelerini ima ediyorsa ve onları da içeriyorsa onlarla başa çıkmak ve onları çok kısa zamanda tasfiye etmek o kadar kolay değil. Ben bu konuda hep şu örneği veriyorum; gök bilimcilerin kullandıkları bir kavram var: “Konstella” gökyüzüne baktığınızda gördüğünüz gök haritası, gördüğünüz yıldızların bir kısmı artık yok. Onlar bilmem kaç milyon ışık yılı önce vardı; ama artık yoklar. Bize şu kadar milyon yılda geldi; ama bu ışık buraya gelene kadar o yıldız söndü. Ama biz ışığını görüyoruz kendisi yok. İşte bazı kurumlar var ki biz onun ışığını görürüz, çağını çoktan doldurdu bunlar. Okul da bunlardan biridir. Bunun en esaslı eleştirilerini Ivan İllich yapmıştır. Benzer birçok toplumsal kurumun ve sürecin, kâğıt para, sadece ışığını görüyoruz, aslında miadını doldurmuş. İşte bankamatik kartlarıyla para ortadan kalkabilir. Seçimler, parlamenter demokrasilerde şimdi insanlar, her konuda herhangi bir siyasi konuda o anda reel zamanda ne düşündüklerini anında bankadan para çeker gibi veya borsada oynar gibi oylama makinelerinde anında bildirebilirler ve 24 saat içinde sonuç alınabilir.

Bütün bu anlattıklarınızın neresinde Müslümanlar. İslam’ın ortaya çıkışından sonra Endülüs’e giden Müslümanlar şimdi nerede? Hâlâ etkileri tartışılan bir medeniyeti ortaya koyanlar? Sonra ne oldu, tarihten çekildik mi?

Tarihten çekildiğimizi düşünmüyorum açıkçası. Yani tamam, Guenon’un o kitabında çok güzel bir örnek var: “Hikmetin midye kabuğuna çekildiği anlar” kali yuga çağı; karanlık çağlar içinde Hint çağları içinde kaliyuga kabuğuna çekilmeyi ifade eder, kaybolmaz ama midye kabuğuna çekilir, bu dönemde hikmet kaybolur. Bu dönemde midye kabuğuna çekilir. İspanya’yı görme şansınız oldu mu bilmem inşallah ilk fırsatta görürsünüz İspanya’dan ben çok umutluyum…

Rene Guenon, Martin lings ve s.h.nasr gibi Gelenekselci Okulun (Tradisyonalistler /tarihin içerisinde değişmeyen, farklılaşmayan sabit bir hakikatin varlığına ve bunu nakletmek/intikal etmek manasında kullanılan ‘tradition/gelenek’ fikrine dayanır. Guenon; tradition’un karşılığı olarak ‘metafizik’i seçerken Seyyid Hüseyin Nasr bu kavramın İslam toplumundaki en iyi karşılığının ‘ed-din’ olduğunu söyler. Nebevi geleneğin tıkalı damarlarını açmaya çalışan bir sophia/hikmet hareketi.

Gelenekselci Okul: Onlara göre aydınlanma ancak kalbi, akli tüm varlığımızla eşyanın mahiyetine teveccüh ettiğimiz, yüzümüzü Doğu’dan gelen ışığa çevirdiğimiz müddetçe mümkündür.) kitaplarını Türkçeye çevirdiniz. Rene guenon’un Türkçeye ilk çevirdiğiniz kitabı ise 1979 yılında yayınlanan “Modern Dünyanın Bunalımı”dır. Martin Lings’den “Antik İnançlar Modern Hurafeler”. 1982 yılında da “Yirminci Yüzyılda Bir Veli” adlı eseriyle, Seyyid Hüseyin Nasr’ın “İnsan ve Tabiat” adlı eserleri.

Yeryüzü yayınevini kurma amacınız neydi? Çünkü lise yıllarımdı daha ihtilal olmamıştı. Üç yaprak logosu ve kapak tasarımı çok hoşumuza gitmişti. Çıkan kitaplarda çok orijinaldi.

Evet, çok önemli çalışmalardı. İhtilal bu çalışmaları akamete uğrattı.

Desene ihtilal yayınevine yapıldı.

Evet evet orda enterasan bir hikayesi var. İhtilalde bizim payımıza dü- şen kısmını yayımlamamak şartıyla söylerim.(…) Onun ciddi bir etkisi oldu yayınevinin kapanmasında iyi bir başlangıçtı Yeryüzü Yayınları… İnşaallah devamı gelir.

Guenon’un yanısıra Gelenekselci Okul’un Frithj of Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Martin Lings, Titus Burckhardt, Gai Eaton, William Chittick gibi önemli tüm temsilcilerinin de tasavvufa gönül vermiş olmaları sizce bir tesadüf mü?

Hiç tesadüf değil hatta biraz önce -hatta biraz önce arkadaşla yaptığı- mız röportaj vardı orda da söylemiştim- yani bizim Türkiye’de, aslında, Batıdaki düşünce akımlarıyla ilişkilerimizi yeniden ve çok köklü bir biçimde yeniden gözden geçirmemizde yarar var. Batı diye çok toptancı ve tektipleş- tirici bir bakış açısıyla birçok şeyi gözden kaçırıyor olabiliriz.

Toptancı derken olumsuz bir bakış açısından mı bahsediyorsunuz?

Toptancı ve tek tipleştirici bakış açısı olumsuz demeyelim ama ger- çeği bütün boyutlarıyla görmemizi engelleyen bakış açısı. Toptan hepsini bir torbaya dolduran anlayış… Yani Batı dediğimiz şey de Doğu dediğimiz şey de çok renkli farklı, belki bazen birbirine çok zıt, birbirini kıran bir biri içine girmiş anlayış…

O zaman Doğu-Batı tanımları da çok anlam ifade etmiyor, bu tanımlara eleştiriniz var gibi anladım.

İşte oraya geleceğim dolayısıyla, yani bunlar günümüzde, şimdi mesela Guenoniyan açıdan baktığınızda sağ, sol, doğu, batı… Çok da açıklayıcı olmaktan çıktı. Yeryüzü Yayınları’nın çevirdiği Guenon’un Doğu-Batı kitabı vardı Fahrettin Aslan çevirisi çok güzel bir çeviridir ayrıca bu Fahrettin aslan nerede şimdi mesela ben beklerdim ki, başka çeviriler de yapsın…/Gaston Bachelard’ı da çevirsin.

Gelenekselci Okula (Tradisyonalizme) yönelik ilgi bizden çok İran entelektüelleri arasında yer buldu. Guenon, Schuon, Nasr, Burckhardt ve Lings gibi tradisyonalist yazarların eserlerinin tamamı Farsçaya çevrildi.

O, Seyyid Hüseyin Nasr kanalıyla yapılmıştır. Orda onun ciddi bir rüzgârı vardı, devrimden önce üniversitenin başında idi zaten. Dolayısıyla onun öğrencilerinin talebelerinin devam ettirmeleridir. Ama doğru söylediğiniz. Allseaein bir kitabını Tahran’da eski bir kitapçıda bulmuştum. İran’daki düşünsel hayat zengindir gerçekten; yani bizim buradan göründüğü gibi veya bazı siyasi gözlüklerle bakanların gördüğü kadar kısır bir şey değildir. Canlı bir entelektüel hayatı vardır. İran entelektüeli de Doğu’yu da Batı’yı da iyi bilen insanlardır.

Bizde gelenekselci okulun kitaplarının çok kabul edilmeyişinin arkasında Batı’ya toptancı bakış açısı mı yatıyor?

Olabilir bir de Yeryüzü Yayınları’nın durumu, 12 Eylül’den sonra ki bizi ciddi anlamda sıkıntıya sokmuştur.

İsmet Özel, İslami kesime, yabana atılmayacak önemli ithamlarla yazı piyasasından çekildi: Çıkarcılık, istismarcılık ve yozlaş- ma. Siz nasıl bakıyorsunuz bu eleştiriye.

Şimdi ben bakın İsmet Özel, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Cemil Meriç ve diğerleri, şimdi burada sayamadığım, ararsanız bunların her birinde sizi sarsan, asabınızı bozan, hoşunuza gitmeyen bir sürü şey bulursunuz. Olabilir. Ama bunların her biri ayrı bir değer ve biz bunları taşımalıyız; yani dünyada on tane İsmet Özel yok, bir tane… O da öyle desin… Anlatabiliyor muyum? Tamam, benim de zaman zaman “Ya oldu mu şimdi?” dediğim lafları olmuştur; ama bir de İsmet Özel’in size kazandırdıklarına sizde açtığı duyarlılıklara gençlerdeki ufka bakın… O kadar da olsun yani…

İlkin gazeteyi arka sayfasından okumaya sizinle başladık. Çünkü gazetelerin son sayfası spor sayfasıdır. Spor sayfasından asla başlamazdık. Başlayanı da sevmezdik. Gençtik ve önce arka sayfada, Molla kasımın Kendi gazetesine muhalif duruşu çok hoşumuza gittiğinden, oradan başlardık. Hocam çok teşekkür ederiz.

Soru çok ama vakit yok ben teşekkür ederim, yine gelin sohbete beklerim…

*ESERLERİ:
TÜRKÇE: Türk Dili Batı Edebiyatından Seçmeler (1986), Düşünce ve Uygarlık Tarihi (3 cilt, S. H. Bolay‘la birlikte, 1987), İletişim Düşüncesinin Gelişimi Eğitim Öğretim Boyutlarıyla Bir Model Denemesi (1988), Evvel Zaman İçinde (Molla Kasım’ın Not Defterinden-1 (mizah yazıları, 1989), Bombacı Parmenides (1989), Kitle Kültürü ve Enformatik Cehalet (1990), Enformasyon Toplumu ve Eğitim Sistemine Etkileri (1992), Görgü Kuralları, Ailenin İletişim Kılavuzu (N. Erdoğan ile).

ÇEVİRİ: Din ve Medeniyet Üzerine (H. Nedvi’den, 1978), Modern Dünyanın Bunalımı (R.Guenon’dan, 1979), Antik İnançlar Modern Hurafeler (Martin Lings’ ten, 1980), Trendeki Derviş (Tevfik El Hakim’den, 1981), İnsan ve Tabiat (S. H. Nasr’dan, 1982), Uzaktan Eğitimde Yazılı Malzeme (1984), İslam’da Bilim ve Medeniyet (Seyy Seyyid Hüseyin Nasr’dan, Ahmet Ünal ve Doç. Dr. Kasım Turhan ile, 2015). 

Önceki İçerikFERHAT KENTEL
Sonraki İçerikAHMET ÖZCAN