Seyfettin Mut ismini kimse bilmez ben de bu isimde bir yazısını görmedim. Yanılıyor olabilirim. Benim bildiğim İmza dergisinden beri Ahmet ÖZCAN ismini kullanmasıdır. Erken yaşlarda okuduğum “Bu ülke” kitabında Cemil Meriç; “izm”leri(ideolojileri) “idrakimize giydirilen deli gömlekleri”ne benzetir ve bunların toplumumuzda hüsnü kabul görmesini, Batı menşeli olmalarına bağlar. Sağcı ve solcu olma yerine yazarın “Davası olmayan Adam adam değildir.” kitabı bana en uygun gömlek oldu hep. İletişim fakültesi mezunu (1993); yayıncılık, editörlük yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusudur ve Umutludur. “İnsanda umut tükenmediği sürece, şiirden sanattan da ümit kesilmez.” der. Önemli olan hakikat ve aşk ateşinin bir yerlerde sürekli sönmeden yanı- yor oluşudur. Hangi küresel realite, hangi piyasa sizin ateşinizi söndürebilir. Biz’im, yani Âdem’in çocuklarının daha çok kıssası, destanı, öyküsü yazılacak” diyor. Eyvallah diyoruz.,

Bilindiği gibi insan dışarıdan ve içeriden gelişen etkenlerle kendi tekamülünü tamamlayan bir varlık. Tarihsel serüveni içinde; içe yönelik tutumuyla bireye yanaşırken, dış dünyanın yüklemesi ile de kul olma durumuna doğru hızla savrulabilecek bir özelliğe sahip. Siz; insanın hiyerarşik bir çizgide Allah, devlet, toplum ve ötekinin karşısındaki konumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

-İnsan varoluşuna dair kendime en yakın bulduğum açıklama, Ali şeriati’nin ‘İnsanın dört zindanı’ eserindeki metafordur. İnsan; doğa,tarih, toplum ve kendi benliğinin zindanına doğar. İlk üçünden bilimle kurtulabilir ama kendi benliğinden ancak aşk ile kurtulabilir. Bu kurtuluş metaforu,özünde dünyaya arzumuz dışında atılmışlığımızı ve bu cezadan kurtulabilme çabasıyla yeniden varolma imkanını ifade eder. Akıl, insanı diğer canlılardan ve doğadan ayıran üstün bir özelliktir. Aşk ise, burada sufi literatürdeki ilahi-rahmani bir enerji manasındadır. İnsanı insan yapan asıl tözü ifade eder. Bu açıklama, insanın mutlak bütünden arzusu dışında ayrılıp tekrar O’na kavuşma-bütünleşme imkanı olarak aşkı, merkeze koyar. Ve bu anlamda, Allah; mutlak bir, kozmik ben ve ideal varlıktır. Mevlana’nın ifadesiyle, “Bir’in dışında beliren her şey, puttur”. Dolayısıyla insan, her şeyden önce bu kozmik bir’in cüz’üdür ve bu manada hiyerarşiden değil, bir bütünün içindeki dolaysız bir tanrı-insan ilişkisinden bahsedilebilir. İnsanın tanrı telakkisi ve onunla ilişki biçimi, devlet, toplum ve ötekiyle ilişkisini de belirler. Dinler ve felsefi ekoller, bu konuda çok farklı telakkilere sahiptir. Ama en yaygın olan, tanrıyı en yukarıya yerleştirerek, insan da dahil diğer varlıkları bir hirerarşik dizge içinde konumlama çabasıdır. Bence bu telakki, varolan ekonomi-politik düzenlerin teolojileştirilmesi, yani kutsanmasının ürünüdür. Bir kral-baba tanrı ve onun emir kulları şeklindeki inanış her kurumsal dinin ve ideolojinin temelidir. Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Sosyalizm, Kemalizm, Türk, Kürt, Arap milliyetçilikleri vs. hepsinin bir baş tanrısı ve sonra ona en yakın olandan aşağıya doğru inen irili ufaklı tanrılardan oluşan birer panteonu vardır. Binlerce yıllık efendi-köle düzeninin bilince çıkartılmış biçimi olan bu pagan teoloji, sözüm ona materyalist-pozitivist ideolojiler için de geçerlidir. Baş-baba tanrı; baş ideologtur, büyük lider, baş- buğ, serok veya şeftir. Tartışılmaz, sorgulanmaz ve eleştirilemez olan her durum, bu teolojik sapkınlığın ürünüdür. Bence İbrahimi tevhid telakkisi, işte bu sapkın teolojiyi ve onun ekonomi-politik düzenini yıkma, parçalama ve insanı bu kulluk düzenlerinden kurtarma çabasını ifade eder. Bu manada, Kuran’da anlatılan Allah, insanla konuşan, tartışan, sorularına ve eleştirilerine cevap veren, insanla birlikte üzülen, sevinen, savaşan, ağlayan ve gülen bir varlıktır. O, bize şah damarımızdan daha yakındır. Ve Kuran, putperestliği eleştirirken, “sizinle konuşamayan, size bir faydası olamayan, size cevap bile ver-e-meyen bu putlara mı tapıyorsunuz”, der. Ama güya Allah’a inananların çoğu, Allah’ı aynı bu eleştirilen put gibi telakki ederler ve onunla sadece tek yanlı bir korku, saygı ve menfaat ilişkisi içindedirler. Yani Şeytan insanı Allah adıyla da kandırabilir ve Allahın ismiyle puta da tapılabilir. Bu sapkınlığın özünde, insanı düşkünleştiren, haysiyetini alıp karşılığında ekmek ve güvenlik veren efendi-köle düzenleri vardır. Devlet denilen entite, çoğu durumda bu sapkın tanrısallığın somut biçimidir. İnsanlar devletlerin kulu oldukça, birbirlerini de kul ilişkilerine zorlar ve bu hiyerarşik ilişki düzeni, ailenin, toplumun, ekonominin, milletlerarası iliş- kilerin de temeli olur. Bugün tevhidle şirkin savaşı, tam da bu ilişki biçimi çerçevesinde sürmektedir. küresel pagan düzeni ve onun yerel otoriteleri olarak ulus devletler ve bu siyasal düzenlerin sosyal, ekonomik, kültürel ve ideolojik ifade biçimleri olarak liberal, sol, sağ, milliyetçi, pozitivist uzantılarından oluşan bir şirk düzeninin egemenliğinde yaşıyoruz. Buna gerçek bir itirazın, isyanın tek mümkün dili tevhiddir ve tek mümkün yolu da her tür otoriteyi, kutsalı, hiyerarşiyi, tahakkümü reddetmektir. En tehlikeli şirk, din adına olandır ve bu nedenle de her tür dinsel tahakkümün de reddedilmesi gerekir. Çünkü din, tahakkümün değil, özgürlüğün bekçisidir. Tanrıların dü- zeni değil, Allah’ın yoludur. Ve insan, içinde yaşamaya zorlandığı bu pagan zindandan ancak özgürleşerek kurtulabilir. Özgürlük, insanı insanlaştıran gerçek bir aşktır.

İnsan kendisine ruh üflendiği günden bugüne doğru bir yabancılaşmaya savrulup durmakta, Sezai Bey’in diliyle söylersek eğer, “senin kalbinden sürgün oldum ilkin” le başlayıp dünya meşakkatinin doruklarına varıncaya kadar ulaşan bir süreçte belirginleşen bir varlık çizgisi bu. Yani bir yanıyla yabancılaşırken, diğer yanıyla da hızla kendi farkındalığını artıran bir yönelime sahiptir. Yürüdüğü yol üzerinde karşısına çıkan etmenlerin onu dönüştürmeye zorlayan bir yönü vardir. Bir bakıma ne kadar kendinden ayrılma, kendinden uzaklaşma gerçekleşiyorsa o kadar da kendi olma pozisyonu oluşur. Sizce bu yönelimlerin bileşkesinde olumlu yüzüyle insanı nerede konumlandırabiliriz?

-İnsan, Allah’ın yani kozmik bütünün cüzüdür ve onunla birlikte vardır. O’na rağmen, O’na karşı, O’nun edilgen bir parçası olarak değil, onunla birlikte… Her anlamda birliktelik. Yanyanalık, dostluk, yoldaşlık, bağımlı- lık, sevgili olma, aşık olma, boyun eğme, itaat etme, isyan etme, söz dinleme, yalvarma, küsme, kızma, ayrılma, barışma…Allah ve insan ilişkisinde farkında olunması gereken iki gerçek vardır; Bir; mutlak yaratıcıdır ve biz onun yarattığı cüzi iradeleriz. İki; O mutlaktır, her şeyin sahibidir, biz ondan sadece bir parçayız. Bu haddimizdir ve bu haddi bilmekle başlar iman. Ancak bu imanla Allah-insan dostluğu, yoldaşlığı, aşkı asıl manasını bulabilir. Vahdet-i vücud felsefesinin aksine, varoluşumuz ona tekrar kavuşmak için değil, onunla birlikte varolmayı öğrenmemiz içindir. Pagan teolojinin aksine, O ve biz; değişmez bir efendi-köle düzeneğinin zorunlu tarafları değiliz. Animist -şaman teolojideki gibi, mutlak bir ana-varlığın karnındaki edilgen çocuklar da değiliz. İran-Babil-Yunan felsefesindeki gibi tanrılar arası sava- şın yardımcı oyuncuları veya kurbanları da değiliz. Şüphesiz Allah çocuk edinmez, oğulları, kızları, eşi, benzeri ve karşıtı yoktur.

Biz insanız. Allah’ın değil, Adem’in çocuklarıyız. Mutlak varlığın, haysiyetli kıldığı özgür ruhlarıyız. Doğanın ve diğer varlıkların emanetini üstlenebilecek donanıma sahip sorumlu varlıklarız. Allah’ın hem parçası, hem cüz’i iradesi, hem dostu, hem sevgilisi, hem isyankar, yaramaz olabilen, hem aciz ve zayıf düşebilen bağımsız-özerk ayetleriyiz.. Hem onun yalnızlığı- nın bir parçası, hem yalnızlığının işaretiyiz. Hem acılarının göstergesi hem mutluluğunun aynasıyız. Hem yarası, hem şifasıyız. Hem kudretinin tecellisi, hem zorunluluklarının sonucuyuz. Asla tanrı olamayız ama asla tanrının kölesi de değiliz. Çünkü o efendi değil, rab’dir. Eğiten, terbiye eden, yol gösterendir. Asla tek taraflı ve sabit bir ilişkimiz olamaz, çift yönlü, değişken, inişli çıkışlı, karşılıklı bir ilişki içinde olmalıyız. Asla eşit değiliz, o ilahtır, biz ise insanız, ama asla onunla adaletsiz, tek taraflı bir ilişkimiz olamaz.Hesap günü bile karşılıklı muhasebe günüdür ve ona bizim de soracaklarımız olacaktır. Kulluk kavramının kölelik manasından özenle ayrıştırılması, ilah ve rab kavramının pagan tanrı telakkisinden arındırılması, Allah’ı ve insanı anlamanın ilk adımıdır. Bu bağlamda, sorunuzda ima edilen, sürgünlük ve yabancılaşma duygusu, bir kral/baba-tanrı telakkiniz varsa, başka, bir rahman ve rahim Allah telakkiniz varsa, başka anlamlara gelir. Hristiyanlık, baba tanrının insana kefaret olarak dünyaya atmasını, antihristiyanlık olarak ateist felsefe ise bu sürgüne çaresiz ve hatta kayıtsızca başkaldırmayı ifade eden totolojik bir dairede döner durur. İbrahimî telakki ise, bunun çok dışındadır, ucu açıktır, gelgitlidir, çok seçeneklidir ve en önemlisi insanı merkeze alır. İnsanın seçimleri ile sonuçları arasında bağ kurarak insanın özgür iradesi ve sorumluluğu arasında bir dengeye işaret eder. Bu manada, Allah’a hakkıyla iman edenler için dünya hayatı, hem bir gurbet sancısı, hem bir oyun ve eğlence diyarı yani tiyatro, hem de sonlu olanın içinde sonsuz olanla sahici bir ilişki kurmanın öğrenildiği imkanlar ve fırsatlar arenasıdır. Yabancılaşma, ister kendine, ister tanrıya, isterse doğaya, eşyaya ve diğer insanlara karşı olsun, özünde bu İbrahimi dünya telakkisine uzak olmanın ifadesidir. Gerçek bir yaşam kılavuzunuz yoksa, hayatı anlamamışsanız, her şeye yabancılaşırsınız. Ve hayat, acı ve mutluluk arasında gidip gelen totolojik bir çevrime indirgenir. Ve gerçekten tanrıya, kendinize, insanlara, doğaya ve eşyaya kul olursunuz. Bugün; batı uygarlığı denilen pagan ilkelliğin temel sorunu bu yabancılaşmadır. Biz, insanlar için hayırlı bir ümmet olmak istiyorsak, insanlığın bu sürgünlük duygusu ve yabancılaşma acısı- nın Allah’tan değil, yabancılaşmış diğer insanlardan, daha doğrusu insanı bu şekilde yabancılaştıran koşullardan kaynaklandığını anlatmalıyız. İnsanı ayağa kaldırmak istiyorsak, sürünmekten kurtarmalı, onu süründüren bü- tün koşulları değiştirmeye çalışmalıyız. İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed; işte bu davetin sesiydi.

İdeolojiler bir anlamda insanı daha mekanize olmaya doğru iten, daha bir tanımlayan yönelime sahip, bir anlamda ideoloji; herkesi herkesle bir türden eşitleme sanatı, diğer taraftan Allah ise; bir anlayış olarak insanın tektip bir varlık olmadığını eğer öyle olsaydı onu tashih edip, yerine hata edip tövbe eden bir varlık olarak insanı yaratacağını söylüyor. Bu durumda insanın ideoloji ve Allah’a yaklaşımında bir metot farklılığı ortaya çıkıyor. Allah ve ideoloji arasındaki farka işaret ederek, bir Müslüman’ın nerede konuşlanacağını söyler misiniz?

-ideolojiler, Cemil Meriç’in tabiriyle deli gömleğidir. Gerçeğin çarpıtılmış düzenlenmesi olarak ideoloji, aslında yanlış giden hayata itirazın çarpık tezahürüdür. Bu manada tersinden bir rabblik taslama, toplum mühendisliği ve tahakküm içerir. Ancak ideal olana yaslandığı, insanın cennet tahayyülünü ifade ettiği için insana cazip gelir. Çünkü ideale ters düşen gerçeklik, yeteri kadar acıtıcıdır ve buna her itiraz da çekicidir. Ne var ki, kurumsal dinlerin zindanından kaçan insanlık, ideolojilerin zindanına mahkum edilmiştir. Din ve felsefe, din ve bilim, din ve ideoloji şeklindeki batılı ayrımlar, insanın ger- çeği anlama ve değiştirme çabasının ikinci defa çarpıtılmasını doğurmuştur. İdeolojinin dinin yerine ikamesi, dinlerin boğucu baskısını seküler biçimlerle yeniden üretmiştir. Burada temel sorun, İbrahimî din’in karşıtı olan ve tevhidi mesajı çarpıtarak pagan içerikle yeniden üreten kurumsal dinlerin insana hayatı zindan etmesidir. Oysa tevhidî din, bu dinsellik biçimini yok etmek için gelmiştir, bu dinleri ortadan kaldırmak, insanları din görünümlü pagan ekonomi-politik düzenlerin zulmünden kurtarmak için vardır. Ancak tarih, bu çabanın tersyüz edilişi ile doludur. Zerdüştlük Mecusiliğe, Musevilik Yahudili- ğe, İsevilik Hıristiyanlığa, İslam ise Sünni Emevilik veya Şii Emevilik yani Safeviliğe dönüşerek pagan dindarlığın yeniden üretildiği kurumsal dinselliklere dönüşmüştür. Modern çağların ideolojileri, işte bu çarpılmanın bir kez daha tekrarından ibarettir. Pozitivizm, materyalizm, Marksizm, liberalizm, milliyet- çilikler…hepsi batının birer deli gömleğidir gerçekten ve hiçbirinin ötekinden farkı yoktur. Bu o kadar böyledir ki, islamın özüne dönme çağrısı olan modern İslami düşünce ve eylemler bile batı tarafından İslamcılık-dincilik şeklinde tanımlanıp bir dinsel ideoloji muamelesi görmüştür. Oysa İslami tevhidi düşünce tarzı, bir anti ideoloji ve bahsettiğim manada bir anti dinciliktir. Bugün maalesef kurumsal islama da itiraz edip onun politik kullanım değeri olan muhafazakar ve pagan içeriğine meydan okuyan tevhidi İslam yorumu ile bu pagan özlü sözde İslam akımları aynı başlık altında, İslamcılık olarak tanımlanmaktadır. Muhafazakar, sağcı, tutucu, akıl ve özgürlük düşmanı bu dincilik türünün islamla birlikte anılması islama en büyük hakaret ve darbedir. Ben şahsen dini özgürlüğün ve aklın karşısına koyan bu zihniyet biçimini Yahudi ve hristiyan kılıklı paganizmin İslam literatürüyle konuşması olarak görmekteyim. Bu dincilik biçimi sorgulanıp aşılmadan da İslam dünyasının ihya olacağına inanmıyorum. Ümmetin asıl sorunu ideolojiler değil, güya bu ideolojilerle kavga ediyormuş görünerek dini tekeline alan İslam görünümlü bu gizli şirk dinidir. Çünkü kitlelerin köleleştirilmiş ruhu acımasız dünyanın sıkıntılarına katlanmak için bu cahiliye hurafelerine kanmaya daha yatkındır. Ama yalan ve yanlışlar daha fazla kalabalık tarafından benimsenince hakikat olamazlar.

Tanımlama, bir anlamda eline geçirme ile alakalı kavramsal bir yapı. Yehuda; “(Ben) kimsem kimim” anlamında bir kelime İbranicede, Yahudi öğretisinde ise Tanrının ismi, yani ilk etapta, Yahudilikte insan tarafından tanımlanamayan bir Tanrı kültü var. Bu belkide daha üst bir varlık tabakasının daha alt bir tabaka tarafından ele geçirilemez olduğunu belirten bir yapı. Bu meyanda sizin batılı kavramsal yapıları kullanabilme noktasında açtığınız kapıdan, batının bizi tanımlamasına yönelik bir durum oluşmayacak mı? Daha farklı bir dille sorarsak eğer batının kavramsal dünyasını kabullenmekle, onu varlık kategorisinde daha üst bir konuma getirmiş olmayı düşünmesek bile, onun karşısındaki ”biz”i en azından edilgen bir konuma ittiğinden sözedebilir miyiz?

– Yahudi tanrısının adı yoktur çünkü Yahudiliğin bir tanrısı yoktur. Yahve, tanrının değil, Filistin’deki bir volkan cininin sıfatıdır. Bu nedenle onun adını anmaları yasaklanmıştır. Yahudilik, Zerdüştlüğün bozulmuş eklektik bir formudur. Finike-Babil-Mısır inançlarıyla harmanlanmış ve Museviliğin formu içinde kodifiye edilmiş bir ırkın bilinçaltı halüsinasyonlarıdır. Yahve, muhtemelen xwe (O-kendi,kendisi) demektir. Eski pagan gelenekte baş-baba tanrıya “O” denir. Sümerce ea, Süryanicede Aloho, Aramicede Eloh/Elah ,yunanca theo-(Z)eu(s), Latince deus-İu, kıptice Ra, Sanskritçe deva. Hepsi O’dur. Yüce yaratıcının işaret edilmesidir. Pagan teolojik hiyerarşide baş tanrı göklere çıkartılıp silikleştirilerek insana ve hayata yabancılaştırıcı bir karizmatik efekt olarak kullanılır. Bu gerçekte olmayan O, yani yokluk efektiyle, artık istediğinizi yapabilirsiniz çünkü. İnsanlara zulmedebilir, yönetebilir, ondan meşruiyet alıp insanları onun adına kullaştırabilirsiniz. Paganizm, işte bu karizmatik efektle insanları köleleştirmenin, insan kardeşleriyle savaştırmanın, efendilerin saraylarında çalıştırmanın dinidir. Adını bile telaffuz edemediğiniz, Konuşamadığınız, dertleşemediğiniz, itiraz edemediğiniz, sorgulayamadığınız bir varlığa tapar hale gelmişseniz, zinciriniz hazırdır artık. Yahve, böyle bir karizmatik efekttir. Ve onun seçilmiş kulları, hizmetçileri, vaatleri, cezaları, ödülleri vardır. Bugün birçok Müslü- man işte bu Yahve’ye benzeyen bir tanrıya tapar ama ona Allah der. Evet, üst bir varlık tabakasındadır bu tanrı. Dolayısı ile onunla kurulan tek yanlı ve adaletsiz ilişkinin yeniden üretildiği kölelik düzenleri için daha kolay rıza üretimi sağlanır. Çünkü onu eleştirme, sorgulama, itiraz etme hakkı- nız yoktur ve başınızdaki üst varlık tabakasında yaşayan somut efendilere itiraz edememeyi böyle öğrenirsiniz. Bu ilişki biçiminin bugün yenilmiş toplumlarla galipler arasında, emperyalist batıyla İslam toplumları arasında da geçerli olduğu söylenebilir mi? Sorunuzda ima edilen bu acı gerçek için kolayca hayır! diyemiyorum. Ama öte yandan bir an için bu gerçeği unutup, başka bir düzeyde batıya bakarsak, evrensel olanın arayışını da görebiliriz. Kaybettiğimiz hikmetin izlerini bulabiliriz. Allah, hakikati sadece insana gösterir. İblis ise bu hakikatten kırıntılar çalar. Batıdaki insan tözünü kaybetmemiş kardeşlerimizin hakikat arayışının bu bağlamda bizim de arayı- şımız olduğunu düşünüyorum. Adem tözü her nerede ve hangi koşullarda varsa, o bizimdir. Çünkü Allah herkesin Allah’ıdır ve heryerdedir.

Bence batının hakikat arayışından öğreneceğimiz çok şey var. Tabii ki birçok noktada farklıyız ve batılı sorunların çoğu bizde yok. Bize özgü sorunları bile batılı arayışların diliyle ele alıp çözmeye çalışan şizofrenik bir düşünme biçimi de ürettik. Ama özünde insani olan her şey bizi ilgilendirir. Hele bu hakikat arayışı ise, yanlışları bile bizim için değerli olmalıdır. Bu açıdan bakarsak, batının kavramsal dünyası değildir sorun. Asıl sorun biziz. Bize ait olanı unutmuşuz. Kendimize güvenimizi kaybetmişiz. İnsanlığa dair evrensel ve ontolojik kavrayışımızda sorunlar var. Tanrı telakkimiz ciddi problem. Yenilgi travmasıyla ayağa kalkma çabasının aynı anda devam ettiği bir boşluktayız. Bu nedenle her şeyimiz hastalıklı ve yüzeysel. Bütün tanrılara başkaldırmamızı sağlayan teolojik cesaretimizle, her şeyi tanrılaştırıp acizce önünde eğilmemizi sağlayan yenik sünepeliğimiz içiçe geçmiş durumda. Adem’i diğer canlılardan ayıran bir özelliği de, iki ayağı üzerinde ve omurgası sayesinde dik yürüyebilmesidir. Batılılar içinde insanı ayağa kaldırmak, dik durmasını sağlamak isteyenler olduğu gibi, insanı kullaştırmanın felsefesini yapanlar da var. Örneğin Marks’ın amacı insanı ayağa kaldırmaktı mesela ama Marksistler, insanı kapitalizmden daha kaba ve daha münafıkça yani ayağa kaldırıyormuş gibi yaparak düşkünleştirdiler. Ateistler insana acı çektiren adaletsiz bir tanrıyı reddettiler ama yerine insanı daha da çaresiz ve yalnız bırakan boşluklar koydular. Bu nedenle, batı konusunda dışlayıcı genellemeler yerine seçici olmalıyız. Belki böylece doğru sorulara doğru cevaplar ararken, evrensel olanla birlikte düşünmeyi öğrenebiliriz.

Gelenekte var olan her şeyi olumlamak pozisyonuna sahip olmadığımızı belirtmekle birlikte, modern hayatın insanı parantez içine aldığını ve onun tasarruf edilebilecek bir yapı durumuna indirgediğini de bilmekteyiz. İnsan kendi sonuna doğru bir yürüyüş halinde, ama bu bir yönüyle de negatif ve kendini tüketmeye yönelik refleksleri olan bir seyahat biçimi, yani tükene tükene var olma biçimini formel olarak içeriyor. Bunun karşısına koyduğumuz geleneksel yapı biçimleri ise, insanla daha uzun bir geçmişe sahip ve daha tanıdık. Bu vesileyle bizler gelenekteki negatif olguların ne gibi tahribatlar oluşturacağına dair insiyaki bir bilgi sahibiyiz. Oysa modern olanın karşısında böyle bir pozisyonumuz yok ve büyük ölçekteçıplağız. Yani üzerimize esvap olarak almamız gereken neler var so- ğuk rüzgârı ile donmak üzere olduğumuz bu modern dünyada?

Modernliğin yani değişim ve yenilenmenin kaçınılmazlığına inanıyorum. Ama bugün bir çok Müslüman zihnin sandığı gibi modernliğin geleneğe karşı, onun dışında, hatta onu yıkan bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Ben sanıldığının aksine modern çağı; geleneğin yeni teknolojik formla devamı, hatta en ilkel olanın bile hortlaması olarak görmekteyim. Bu manada, bugün gelenek olarak kodladığımız her eylem, adet, düşünüş biçimi ve davranışın da ilk ortaya çıktığı kendi zamanlarının modernliği olduğunu unutmayalım. Değişim ve süreklilik, evrenin özüdür. Allah her an yeni bir yaratıştadır. Gelenek ve modernlik ikilemi, tıpkı akıl ve vahiy, din ve bilim, ahlak ve özgürlük ikilemleri gibi, Doğuda ve Batıda müşterisi olan sahte ayrımlardır. Gerçek daima başka yerdedir. Örneğin evrenin, do- ğanın, tanrının şifrelerini çözme çabası, insanın en geleneksel davranışıdır. Bütün pagan rahipler kendi dönemlerinin bilim adamlarıdır mesela. Ya da bugün çağdaşlık diye öne sürülen ve paganist özgürlük kavramıyla ifade edilen teşhircilik, röntgencilik, serbest cinsellik, alkol, homoseksüellik gibi alışkanlıkların hepsi, pagan efendi-köle düzeninin insanı köleleştirme çabasından doğmuş deformasyon araçlarıdır. İnsanı deforme etmeden köle yapamazsınız. İnsanı alkolle uyuşturup, sihir ve büyüyle gözünü boyayıp, renkli, alacalı bulacalı sosyal törenler ve gösterilerle eğlendirip ürkünç tanrılarla korkutursanız ancak onu ucuz işgücü halinde çalıştırabilir ve saçma sapan amaçlar için savaştırabilirsiniz. Bu insan karşıtı düzenek sadece modern kapitalist veya sosyalist toplumlara özgü değildir. İlk Akad-Babil-Mı- sır-Yunan-Hint-Asur-Hitit düzenleri de aynı böyleydi. Bizi yanıltan, daha doğrusu Avrupalıların kendilerini ayrıcalıklı ve biricik kılma maksadıyla kibirlendikleri Modern çağın tek farkı teknolojidir ki her çağın teknolojisi bir öncekinden daha gelişmiştir. Eh, hakikatten parçacıklar çalarak üretilen bu teknoloji işimizi kolaylaştırdığı sürece bence sorun yoktur. Bu yeni teknolojiyi insanlıktan saklasalardı, bu bir sorun olabilirdi. Ama artı değere çevirip para kazandıkları için mecburen insanlıkla paylaşmak zorundalar. O halde, modernlik heyulasıyla boş yere boğuşmanın hiçbir entelektüel manası yoktur… Fakat insanlığın kadim sorunları yani tahakküm ve özgürlük, varoluş sancısı, hayatın manası, açlık ve ölüm, adalet ve zulüm… Bu sorunlar, teknolojiden, üretim tarzlarından, zamandan bağımsız bir şekilde ilk insanlardan bugüne aynıdır. Göçebe, köylü veya kentli, taş devri veya bilgi çağı, Müslü- man veya ineğe tapar, fark etmez. Her zaman ve herkes için geçerli olan asli sorunların zemheri ayazına karşı üzerimize esvap olarak alacağımız tek bir şey var: Özgürlük.

Öteki tanımlamasından devam edelim. Sizce ötekileştirmenin nasıl bir tarihi arka planı var? Böyle bir tarih doğal bir sürecin sonucu mudur yoksa kurgulanmış bir şey midir?

-Bence ötekileştirmenin kökeninde şeytan telakkisi var. Eğer şeytanı insanın değil de tanrının karşıtı olarak gören bir teolojiniz varsa ve bu inanç kültürel bir referansa dönüşecek kadar güçlüyse, her tür karşıtınızı, hatta her farklı olanı kolayca ötekileştirirsiniz. Çünkü şeytan, ötekidir. Ve ötekileştirme şeytan icadıdır. Katolik kilisesi yüzyıllarca batılı-barbar toplulukları şeytanla özdeşleştirdi. Kadınları, Doğulu halkları, Müslümanları, Yahudileri… Daha sonra birbirlerini. Kendi aralarındaki savaşların her iki tarafı da birbirinin şeytanıydı. Batı’da çok güçlü bir şeytanlaştırma geleneği var. Müslüman toplumlarda ilk siyasi ve mezhebi çatışmalar, daha sonra haçlı ve Moğol istilası bir ötekileştirme kültürü oluşturmuştur. Ama bu Avrupa’daki kadar derin ve kesin değildi. Şimdi son haçlı seferi olan 1. Dünya savaşı sonrası kurulan dünya düzeni ve bunun uzantısı olan ulus devletler, milliyetçilikler ve diğer batıdan ithal sahte çatışmalar, geleneğimizdeki bu ötekileştirme alışkanlığı ile birleşerek yeniden nüksetmiş durumda. Ama tıpkı geçmişteki gibi, her ötekileştirmeyi tetikleyen bir dış neden var. Türk-Arap yabancılaşması, İngilizlerin hediyesiydi. Türk-Ermeni yabancılaşması bü- tün Avrupa ve Rusya’nın ortak çabası olmadan bu düzeyde gerçekleşemezdi. Şimdi Türk-Kürt çelişkisi için yaklaşık 40 yıldır uğraşıyorlar. Her şeyi bu dış nedene bağlamak istemiyorum ama gerçekten bu tür dış mihrak faktörü olmasa, bu bahsedilen yabancılaşmalar, ırk-din-mezhep farklılıklarının çatışma ve ayrışmaya yol açması gibi sonuçlar olmazdı diye de düşünüyorum. Belki daha düşük yoğunluklu çelişkiler olarak kalırdı. Yani ötekileştirmeyi de şeytandan öğrendik. Ama unutmayalım ki, şeytan aslında bizim, insanın içindedir. Onu yansıtır, öteki yaparız. Yani herkesin ötekisi kendisidir aslında.

Özgürlüğü nasıl anlamlı bir konuma oturtabiliriz? Bu konumlama üzerinden baktığımızda, Müslüman toplumların özgürlüğünü hangi vasat üzerine bina edebiliriz?

-Özgürlük, kula kulluktan arınmadır. Dünya, eşya ve hayatla bağın her tür tahakküm ilişkisinden arınmasıdır. Bunun teolojik ifadesi imanımı- zın özü olan La ilahe illallah’ tır. Allah’ı birlemek, birden fazla tanrı olduğunu kabul etmeme, yani her tür tanrıya, tanrıcıklara, tanrı taklitlerine, tanrıymış muamelesi gören her şeye meydan okumaktır. Var olana başkaldırma, itiraz etme ve aksini ispat edici bir yaşam tarzı seçmek demektir. Yani zalim bir devlete, adaletsiz bir ekonomik düzene, hakikati istismar eden her tür dini veya laik bilgi otoritelerine, sosyal bağımlılıklara, kültürel ve geleneksel ilişkilere karşı daima eleştirel olmak, tahakküme varan her gelişmeye itiraz etmek, köleleştirmeyi ifade eden her dayatmaya isyan etmek, Hakkı ve hakikati her koşulda savunmak, insanı düşkünleştiren ve yozlaştıran her alış- kanlığa karşı çıkmak, özgürleşme çabasıdır. Böyle bir karakteri, ruhu, niyeti, seçimi veya kaygısı olmayan herkes köledir.

Sanıldığının aksine efendi-köle ilişkisinde efendi tarafında duranlar da köledir. Hatta Hegel, mutsuz bilinç kavramıyla, efendilerin kölelerden daha aciz olduğunu söyler. Çünkü bizatihi bu ilişki biçimin kendisi insanı düşkünleştirir. Efendi konumunda olan güç sahiplerinin bu ilişki formundan çıkması, kölelerden daha zordur. Çünkü kaybedecek daha fazla şeyleri vardır ve sahip oldukları her şey, zindanlarının ve zincirlerinin çapını gösterir. Bu anlamda, insanlığın bütün sorunlarının özünde ne din, ne sınıf ne de milletler savaşı vardır. Temel çelişki, efendi-köle çelişkisidir ve temel varoluş problemi, özgürlüktür. Özgürlük, düzenin kızı değil, anasıdır. Her şeyin, iyiliğin, adaletin, hukukun, düzenin, nizamın, huzurun, mutluluğun, zenginliğin, eşitliğin kaynağı özgürlüktür. Özgürlüğün olmadığı her durumda gerçek adalet de gerçek mutluluk da gerçek eşitlik de olmaz. Kapitalizm, liberal yorumuyla özgürlüğü güç sahiplerinin sermayesi yaptı. Sosyalizm ise eşitliği özgürlüğün önüne geçirerek başka bir güç egemenliği üretti. Oysa gücün temerküz ettiği, merkezileştiği her durum, her ilişki, her olgu, özgürlüğü yok eder. Bu gücün para, bilgi, din veya ideoloji olması bir şeyi değiştirmez. Nerede bir tekelleşme varsa, nerede bazı insanlar diğerleri üzerinde tek yanlı bir yargılama, tek yanlı hesap sorma, tek yanlı seçme, ayıklama, cezalandırma, denetleme yetkisi ve imkanına sahipse, orada tahakküm ilişkisi egemendir. Böyle bir ilişki formu içerisinde hiç kimse özgür olamaz, eşit olamaz. Adalet ve hukuk, mutlaka imtiyaz ve istiğna şartıyla işler. Düzen, illaki bozuktur.

Müslüman toplumlar, İslam’ın sayesinde içine doğdukları özgürlüğün farkında görünmüyor. Çünkü İslam doğası itibariyle insana müthiş bir özgü- ven ve her şeye yukardan bakan bir feraset verir. Bu nedenle bizde kim yaparsa yapsın tahakküme zulüm, ahlaksıza ahlaksız, zalimlere gavur denir. Batılıların veya Doğu toplumlarının yaşadığı bir çok açık veya kapalı baskı biçimleri geçmişte bizde yoktu. Ama modern dönemde, ulus devlet yapısı ve batıcı düzenler eliyle toplumu tek tipleştirmeye yönelik ciddi bir katastrof yaşandı. Son yüz yılımız bu ödünç alınmış zulümlerle geçti. En kötüsü bu kendi kendini sömürgeleştirme yani Self-kolonizasyon düzenleri bize Batılıların çok kötü bir alışkanlığını da öğretti. Farklılıklara tehdit olarak bakmak, ötekileştirmek, tek tipleştirmek, bizim tarihimizde ve inancımızda olmayan şeylerdi. Tıpkı polisimizin falaka dışında elektrikle işkenceyi de öğrenmesi gibi, kötülerimiz daha kötüyü öğrendi ama iyilerimiz daha iyi olamadı. Özgürlük bahsinde de, bildiklerimizi bile unuttuk. Allah’ın ayetleri hükmündeki farklılıklarımız, dillerimiz, renklerimiz, fikirlerimiz, yaşam tarzlarımız birbirimize tehdit hükmünde görüldü mesela. Yine Allah’ın, peygamberi bile uyardığı konularda, örneğin; başkalarını zorla bir şey yapmaya veya yapmamaya zorlama gibi dinen yasak bir davranış, neredeyse dindarlığın alameti farikası yapıldı. Din ve dinsellik, yasakçılıkla, ahlaki zorbalıkla özdeşleşti. İnsanlar dini ve dindarları, toplumun ahlak bekçileri olarak görmeye başladı. Oysa bin bir çeşit milletin, kültürün, din, mezhep ve fırkanın bin yıldır bir arada yaşadığı şehirler, kasabalar ve köylerimiz vardı.

Ve tarihimizde İran-Osmanlı savaşlarının ürünü olan Alevi meselesi dışında, -ki bu da politik bir çatışmadır- insanların birbirini yaşam tarzı veya inancı nedeniyle dışlayıp ötekileştirdiği veya kanlı çatışmalara yöneldiği durumlar neredeyse istisnaydı. Bu bin yılda yaşanmadığı kadar son yüzyılda etnik, dini, mezhebi, siyasi çatışma yaşadık. Benim kendi kişisel tarihimde bile en az üç iç savaş, iki darbe var. Hepsinin dibinde şu bize dayatılmış ve bizim olmayan ulusdevletin, Batıyla kurulmuş vesayet ilişkileri, toplumla kurulmuş kolonileştirme ilişkileri var. Kemalizm’le özdeşleşmiş bu devlet formu kötüdür. Ama bize, toplumumuza çok zarar verdi. Çok tahrip etti. Sanırım uzun süre bu rejimin hepimize zerk ettiği zehirleri temizlemekle uğ- raşacağız. Ama daha önemlisi, bütün İslam dünyasında egemen olan bu tarz Batıcı self kolonizatör düzenlerin tahribatını temizlemek.. Özgürlük ve bağ- lantılı tüm sorunları, bu temizlikle birlikte ele almak lazım. Çünkü Batıcı dü- zenlerin ve ideolojilerin pisliğine herkes bulaştı. Müslümana yakışmayan her davranış, bilinçli veya bilinçsizce işte bu yüz yılın tortularından beslenmekte. Özgürlük konusundaki duyarsızlık hatta yasakçı ve baskıcı her davranış, öğrenilmiş gâvurluktur ve içimizdeki bu gâvurca yaklaşımları yok etmek zorundayız. Müslüman önce ve sadece özgürlükçüdür. Bunun aksini düşünmek bile, iman sorunudur. Bunu her Müslümanın kafasına, ruhuna, hücrelerine kazımak lazım. Allah dileseydi, herkesi Müslüman ve ahlaklı yaratırdı. Ama o seçimlerimizi bize bıraktı. Çünkü doğru ve yanlışı bilmek ya da bilmemek bile bizim kendi çabamızla insanlaşmamızın bir parçasıdır. Bedelini yani sonuçlarını kabullenmek kaydıyla her tercihimiz bizim irademizledir. Yanlış bir seçim yaparsak bu bizim yanlışımızdır ve başkalarına zarar vermediğimiz sürece bunun nihai hükmü Allaha aittir. Başkasına zarar veriyorsakta zaten bedelini öderiz. Sonuçta neyin gerçekten iyi, neyin gerçekten yanlış ve kötü olduğu konusunda mutlak hüküm sahibi olan sadece Allahtır. Biz kendi sübjektif zaviyemizden ve kişiliklerimizin çapı ölçü- sünde hakikatten pay sahibi olabiliriz. İyiliği ve adaleti üstün tutmak, kötü- lüğe mani olmak, bizim evrensel ahlaki prensibimizdir. Ama, bu bize iyiliği zorla dayatma, adaleti baskıyla sağlama ve kötülüğü yok etme yetkisi vermez. İyiliği, adaleti, ahlakı savunmanın da bir ahlakı vardır ve önce bu değerleri savunmayı hak etmek gerekir. Ayrıca bu değerleri savunuyor olmak bize başkalarına zulmetme, baskı kurma veya onlara üstünlük taslama hakkı vermez. Bu nedenle Allah’ın iradesine ortak olmaya çalışmamalıyız. Yani başkalarına ilişkin yargılarımızda peşinen Allaha ait yargı yetkisini gasp etme hakkımız yok. İyilik veya ahlak adına bile olsa Allah’tan rol çalmak veya Allah adına insanlara tahakküm etmek, şirktir. İnsanların özgürce ya- şadığı, istediğini konuştuğu, her tür farklı kimlik ve yaşam tarzıyla var olabildiği özgür bir toplum, İslami toplumdur. Hiç kimse Allah veya ahlak adı- na, insanların özgür seçimlerine müdahale edemez. Yargı gününde Allah’ın yapacağı hesaplaşmayı öne alıp amel defterlerine ceza kesemez. Müslümanın insanları tek bir şekilde yaşamaya zorlayan ve aksini tehdit gören bir tanrısı yoktur. Allah, pagan-putperestlerin baş tanrısı manasında ‘O’ değildir. Yani dışarıda ve yukarda duran bir otorite değildir. Her şeyin, hepimizin içindedir, her eylemimizdedir. Kamu düzenine dönük sosyal veya hukuki bir takım düzenlemeler, ahlaki nedenlerle değil, insanlar birbirine zarar vermesin, diye yapılır. Kötü alışkanlıklar, içki, kumar, fuhuş, zina, yolsuzluk vb. kötülükler, dünyanın her yerinde ve insan var oldukça fıtraten kötü olarak kodlanmıştır. Farklı da olsa illaki her toplum bu konularda bazı düzenlemeler ve sosyal ayarlar yapmıştır. Ama bunlar insana Allah veya ahlak adına müdahale etmenin mazareti yapılamaz. Dikkat edilirse, özgürlük meselesi söz konusu olduğunda dindarların ilk aklına gelen konular bu tür konulardır. Çünkü dibinde ahlaki yozlaşma ve düzenin bozulacağına dair korkular vardır. Ve bu korkular yasakları doğurur, yasaklar da başka türden yozlaş- mayı artırır. Bu nedenle, insanın içindeki her şeyi özgürce ifade edebileceği koşullar, yasaklarla ve baskılarla dolu koşullardan daha sağlıklıdır. Fitne ve fücur bir toplumu saracaksa, bırakın sarsın ve o toplum insanlık ailesi içinde hak ettiği yeri bulsun. Kuran’da helak olan kavimlerle ilgili ayetlerdeki Sünnetullah budur. Peygamberler gider, ikaz eder, uyarır, dünyevi ve uhrevi akibeti hatırlatır. Toplumlar ister uyar, ister uymaz. Ve sonuçlarına katlanır. Hiçbir peygamber kötülüğü yok etmek için yasalar çıkartıp insanları zorla ahlaklı gibi yaşamaya zorlamamıştır. Sadece anlatmıştır. “Ey resulüm, sen sadece bir öğüt verici ve uyarıcısın”. Bu ayet bize şunu söyler; Ey Müslümanlar, biz sadece ,ki hak ettiğimiz ölçüde, öğüt vericileriz. İnsanların rabbi değiliz, din gününün sahibi değiliz, cennetin ve cehennemin maliki değiliz, hakkın, hakikatın, iyinin, doğrunun, güzelin tanrısı değiliz, kötülüğü yok etmek gibi bir görevimiz yok, toplumu dizayn etmek, insanları tek bir şekilde yaşamaya zorlamak gibi bir iman maddesi yok, bizler Allah değiliz, peygamber de değiliz. Evrenin de, dünyanın da, insanların da, iyinin de, kötü- nün de sahibi, Allah’tır. Biz sadece sıradan insanlarız ve sadece kendimizden mes’uluz. Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. Kötü gördüğümüz her şeyle, bir uyarıcı ve nasihat edici konumda mücadele ederiz. Ama bir baskı, sosyal mühendislik veya yasaklama yoluna girdiğimiz anda, zalimleri, şeytanı, gavuru taklide başlarız. Bunun sonu, cehennemdir. Din, özgürlü- ğün bekçisidir. Din, günah işleyenlerin günah işleme özgürlüğünün de bek- çisidir. Müslümanlar, bu özgürlük telakkisini imanlarının özüne yerleştirmediği sürece, İslam’ın akıbeti de Hristiyanlık ve Musevilik gibi olacaktır. İnsanların özündeki iyiliğe iman etmek, kötülük yapsa bile kendi deneyimleriyle bundan vazgeçebileceğini ve asıl hidayetin insanın kendi vicdanıyla muhasebe sonunda yapacağı seçim olduğunu, Allah nezdinde en kıymetli imanın, tecessüs olduğunu, illaki kötülüğe devam edenlerle mücadelenin onları bastırarak değil, aksine sonuna kadar gidebilecekleri koşullarda tükenmelerini sergileyerek yapılması gerektiğini unutmamalı- yız. Nebevi üslup budur. Zira iyilik asıl, kötülük arızidir. Ve kötülük insanın içindeki eksikliğin, yalnızlığın, komplekslerin ürünüdür. Bu nedenle sadece özgürlük, kötülüğü gerçekten kısıtlar ve yener. Çünkü kötülük, yani Batılıların özgürlük diye pazarladığı pagan alışkanlıklar bir hastalık halidir. Bunlardan korkmak yerine hastalığın olası sonuçlarının, hastalar tarafından görülmesini sağlamak daha sağlıklıdır. Bugün Batıda ve bizde en ahlaksız, en pespaye ve insanı düşkünleştiren iğrenç her tür kötülük, tıpkı eski çağlarda olduğu kadar yaygındır. Peki, bunun sonu nedir? İşte şu konuştuklarımızı, yabancılaşmayı, acziyeti, insanın düşkünleştirilmesini bu seyrettiğimiz zavallılığa borçluyuz. Ve biliyoruz ki, kötülük pornografiktir. Kendini gözümü- zün içine sokar ama asla gerçek değildir, asla belli bir matematiksel oranın ötesine geçemez. Asla iyiliği yenemez. İnsanların çoğu hala iyidir ve hep böyle olacaktır. Buna inanmak, haddi zatında Allah’a inanmaktır. Aksi halde, Allah’a denk bir kötülük tanrısının Allah’la savaştığı ve yer yer de O’nu yendiği kaotik bir evren olduğuna yani bozulmuş bir Zerdüştlüğe iman etmiş olursunuz. Oysa müminler inanır ki, durum ne kadar çaresiz ve ortam ne kadar kötü olursa olsun, Allah varsa sorun yoktur. Ve o meleklerin itirazına rağmen insana güvenmiştir. Onun bir bildiği vardır. Bize düşen her ko- şulda kendi Nuh gemilerimize insanları davet etmektir. Gelen gelir, gelmeyen için üzülürüz ve Allaha havale ederiz. Kısacası, sadece zalimlere çekeceğimiz kılıçlarımızı, her hoşumuza gitmeyen olay ve duruma karşı kullanmamalıyız. Çünkü bizim davamız; insanların nasıl yaşadığı değil, kula kul olup olmadığıdır. Aslolan insanı her tür tahakküme dayanıklı kılacak koşullar oluşturmaktır. Özgür seçimler yapabileceği imkanları çoğaltmaktır. Yanlışlarının bedelini ödeyeceği bir ortam sunmaktır. Güçsüzlerin her anlamda güçlendirilmesidir. Bu asıl amaçlardan en ufak bir sapma bile, şeytanı taklide kadar gider. Çünkü şeytan, insanı beğenmemiş, aşağılamış, doğasının kötü olduğuna hükmetmiş ve peşinen yargılayıp mahkum etmiştir. Bunu da güya Allah adına yapmıştır. Şimdi şeytan; insanları kötülüğe teşvik ederek, iyileri de güya kötülükle mücadele adı altında tahakküme kışkırtarak, gerçekte insanlara fazladan kötülükler yaptırıyor. Sonuçta; herhangi bir baskı, zulüm, ayrımcılık, tahakküm veya aşağılama, isterse iyilik adına olsun, bizatihi şeytanidir. Bence Müslümanlar, şeytana alet olmamalı.

Hikmetin ve hakikatin coğrafyasından sanal gerçekliklerin boşluğuna savrulmuş bir ümmet haline mi dönüşüyoruz? Ya da içeriği boşaltılmış şablondan mı ibaretiz?

-İçeriğimizin boşaltıldığı doğru. Ama yüz yıllık İslami direniş, Allah’ın izniyle meyvelerini veriyor. Ve yeni yeni kendimize geliyoruz, muhasebe yapıyoruz. Ben karamsar değilim. Yeni kuşakların bizlerden daha sağlıklı olduğunu ve daha yaratıcı olacaklarını düşünüyorum. Her doğan çocuk bir Musa’dır ve -insanlık adına- umudu canlı tutar. Firavun’un sarayında, bir balığın karnında veya bir mağarada her an ve her dakika bir umut büyür. Hikmet ve hakikatin nöbeti hiç boş kalmaz, kesintiye uğramaz.

Dava insanı nasıl adamlaştırır? Adam olmanın kriterleri nedir sizce?

-Adam olmak, Adem olmaktır, yani insanlaşmadır. Her bir insan teki, farklı cennetlerden çıkar, farklı dünyalarda yaşar ve farklı bir sona doğru gider. Hiçbirimiz, bütünüyle aynı dünyada yaşamayız. Dünyalarımız zaman zaman birbirine değer. Ama aynı dünyada yaşıyormuşuz hissi vardır hepimizde de. Çünkü yalnız olmak istemeyiz. Yalnızlık Allah’a mahsustur. Bu nedenle insan kardeşlerimizle tanışmak, kaynaşmak, paylaşmak ve birlikte yaşamak zorundayız. Böylece Allah’la beraber olmayı öğreniriz. Yaşamanın anlamı da budur. Bir dava sahibi olmak, özünde başka insanları da dü- şünmektir. Onları aramak, bulmak, onların derdiyle dertlenmek, onlar için bir şeyler yapabilmek… Mümkünse aynı yöne bakabilmek, aynı refleksleri edinmek, aynı acılara üzülebilmek.. Nietzche der ki, “acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yöne çevirebilmek baş döndürücü bir mutluktur. Yaratıcı gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı”. Adem olmak, başkasını görebilmektir. Ve bununla mutlu olabilmektir. Bir dava sahibi olmak, bize işte bunu sağlar.

“Modernitenin temel önermeleri olarak akıl, bilim, ilerleme gibi değerler Müslümanların elinde -vahyin eleğinde- ıslah edilerek yerli yerine oturtulabilir. “İslami Uyanıştan İslami Harekete” isimli eserinizde bunu dillendirmiştiniz. Bugün; doğru uyanıştan, harekete geçme sürecine doğru bir eksen oluşturursak “Arap Baharı” bu uyanıştan sonra gelen hareket olarak algılanabilir mi?

– Evet. İnanıyorum ki Müslüman dünya, kaderini eline alıyor. Türkiye’de başlayan ve Arap dünyasını tetikleyen bu değişim dalgası, 21. yüzyılın İslam devrimleridir. İlktir, yenidir, acemidir ama büyük bir kırılmadır. Makus talihin dönüm noktasıdır. Toplumsalın geri dönüşüdür. Kendimiz üzerine batı dolayımı olmaksızın bizatihi düşünebilmek, kendi ellerimizle bir şeyler yapabilmek, halklarımızın, sıradan insanların, baskı ve terör düzenlerinin korkusu olmadan düşünmeyi, konuşmayı, eylemeyi öğrenmesi, daha sahici çelişkilerle yüzleşebilmek için tarihsel bir sınavdayız. Akıl, bilim, ilerleme,adalet, eşitlik, özgürlük… Bu modern terimlerle ilk defa kendimiz olarak, ödünç fikirlerle değil pratik deneyimlerle yüzleşmek, seçimler yapmak, hata yapmak, dönüp tekrar düzeltmek, tarihin çarkını kendi doğal yoluna sokmak… Sadece bu açıdan bile, ümmetimiz şu içinde bulunduğu perişan ve hastalıklı halinden kurtulabilir ümidiyle bile, bu İslami devrimleri büyük bir heyecanla takip ediyorum. Sykes-picot’un çizdiği sınırları kaldırmak, gavurun aramıza soktuğu milliyetçilik fitnesini yok etmek, beyinlerimize yerleştirilmiş her tür gavur alışkanlıklarını kusmak için, Allah bize zamanın ruhunu tevdi etti. Şimdi bunu en iyi şekilde değerlendirme zamanıdır. Tarihsel tortulardan, sahte kamplaşmalardan, sahte dindarlık veya sahte dinsizliklerden kurtulup her şeyi yerli yerine koyacak bir normalleşme ve ardından gerçekten bize ait sağlıklı birer siyasi ve ekonomik düzen kurmanın imkânları ortaya çıkıyor. Batıyı veya dış güçleri mazeret göstermeden, her ne yapacaksak yapacağız artık. Bakalım, sahiden Müslüman mıymışız, sahiden özgürlük ve adalete inanıyor muymuşuz, sahiden insanı aziz bilip zalimleri de düşman bellemiş miyiz? Sahiden kendi yaralarımızı, kendi ilaç- larımızla tedavi edebiliyor muyuz? Bunların hepsini görmek bizim elimizde artık! Ve daha yolun çok başındayız.

“Arap Baharı” sonuçta bir kitle hareketi, Ortega Y. Gasset “Cemiyet, her zaman, iki parçanın dinamik birliğinden oluşur: azınlıklar ve kütleler.” der. Bu kitlelerin ayaklanması ve “Arap Baharı” diye birden çok kitlenin domino taşları gibi isyana yürümesi neyle açıklanabilir? Bu beklenilen bir şey miydi?

-Açıkçası bu; yüzyıllık İslami hareketlerin meyvesidir. Hiçbir çaba boşuna değilmiş demek ki! Allah arzu ettiklerimizi bizim istediğimiz zamanda değil, olması gereken zamanda nasip eder. Bu devrimler de bu zamanın devrimleriymiş. Daha önce ve daha sonra olamazdı.. Ayrıca toplumsal olayların bir tanrısı yoktur. Hiç kimse bir zembereği kurup sonra kitleleri bu şekilde harekete geçiremez. Buna hiçbir beşeri gücün çapı yetmez. Bu anlamda bu devrimler, sıradan insanın zulme başkaldırısı ve sonuna kadar direnerek, bedel ödeyerek diktatörlükleri devirebilmesinin gerçek birer örneği olarak da tarihe geçti. Bu nedenle de, bu diktaları destekleyen batılı güçler ve onların içimizdeki uzantıları, başından beri bu devrimler hakkında şaibe yaratmaya, Abd veya diğer güçlerin bu işleri planlayıp uyguladıkları şeklindeki komik yalanlarını, zaten “biz adam olmayız”cılığa alıştırılmış kamuoylarımıza ince ince işlemeye çalıştılar. Kısmen başarılı da oldular. Bu bile, ahvalimizin ne kadar dibe vurmuş olduğunu, ruhlarımız ne düzeyde kirletilmiş ve kendimize olan güvenimizin nasıl yok edilmiş olduğunu gösterdi. Hiç tahmin etmediğimiz anlı şanlı bazı İslamcı aydınlar! bile bir tecelli paradoksu yaşadılar. Ne yani, Müslümanlar da devrim yapabilirmiymiş, o pis Araplar ayaklanıp diktaları da devirebilir miymiş, şu bizim Tayyip, Davutoğlu İsrail’e bir dış destek olmadan böyle posta koyabilir miymiş, diyorlar.. Demek ki neymiş? Emperyalizm, Zerdüştlük, Kemalizm, şeytana tapma, İslamcılık kılığıyla da aramıza sokulmuş. Bizim de bu süreçten çıkardığımız ders budur.

Ve süreç ilerledikçe, bu şeytani düzeneğin daha başka ne tür matruşkaları var, beynimize ve aramıza başka ne tür fitneleri sureti haktan görünerek yerleştirmişler, diye bakıyoruz ve bekliyoruz. Ve diliyorum ki, halklarımızın bedeller ödeyerek, şehitler vererek, acılar çekerek yıktığı bu düzeneğin hiçbir izi, hiçbir tortusu, hiçbir kalıntısı geriye kalmasın!

Bu topraklarda, vatanımızda, halklarımız arasında düşmanlarımızın ağzıyla konuşan, onlar gibi düşünen, onlara benzeyen, bizden görünüp de onlara çalışan Türkçü, Kürtçü, Arapçı, sözde solcu, mezhepçi, sözde dinci, sözde liberal, sözde çağdaş hiç kimse eskisi kadar rahat edemesin! Onun için herkes, Türkiye ve İslam dünyasında yaşanan bu büyük devrimin yarattığı yeni saflaşmada doğru yerde durmaya çalışmalıdır..

Bu sürecin hala seslerini duyuyor ve kangrene dönmüş Suriye meselesinin canlı şahitleri olarak bizatihi bu duruma tanık oluyoruz. Diğer ülkelerden farklı olarak ortada bir Suriye durumu var. Suriye bir “sui generis’’ (kendine özgü) midir? Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerden farkı nedir?

-Suriye devriminin tek farkı, daha görkemli olması.. Çünkü bu devrimde Rusya, Çin ve İran gibi sözde anti emperyalistlik tiyatrosu oynayan emperyalist güçlerin de maskesi düşürüldü. Anti Abd ciliği anti emperyalizm diye yutturan ve aslında Abd’nin rakiplerinin beslediği münafık karakterli emperyalistlerin de en az Abd kadar vahşi, alçak ve zalim olduklarını gördük. Halklarımızın tavşan-tazı veya veba-kolera seçenekleri içine sıkış- tırılmış sahtekar bir düzene mahkum edilmiş olduğunu, anti emperyalizmin ve anti siyonizmin bile başka bir emperyalist amacın aracı olarak kullanılabildiği bir şeytanlıkla karşı karşıya olduğumuzu öğrendik. Ve Suriye halkı ödediği korkunç bedellerle işte bu matruşka düzeneğini deşifre etti. Allah’ın izniyle devrim zaferle tamamlanacak, Suriye halkı yaralarını hızla saracak ve Türk, Kürt, Arap, Müslüman, Hıristiyan, Yezidi, Alevi, Şii, Sünni ve diğer halklarımız, ayrımcılığa düçar olmadan, kardeşçe ve ortak bir düzen içinde yaşamaya başlayacak, aralarındaki ve beyinlerindeki bütün sınırları ve pasaportları kaldıracak umudu içindeyim.

Son olarak 70. Sayımızın ana teması olması hasebiyle Hicret; bir inanmışın algısının ötesinde insanlık açısında nasıl bir anlamı içerir?

Hicreti her zaman içsel bir yolculuk olarak algıladım. Koşullar ne olursa olsun, insan kendi içinde istediği yere gidebilir ve en rafine faşizm bile bunu engelleyemez. Hicret, bir özgürlüktür. Belki de kendimizi tam anlamıyla özgür hissettiğimiz dünya, içimizdeki bu dünyadır. Ve Adem’in çocukları, hayatlarının her aşamasında sürekli bir halden bir hale, bir dü- şünceden bir düşünceye, bir sıkıntıdan bir huzura hicret ederek sükuna ererler. Ama, gideceğimiz her yere kendimizi de götürürüz. Bu nedenle daima başka bir aleme, başka koşullara, başka bir dünyaya taşımaya değecek bir kendimiz olmalı. Ve hepimizin her zaman en azından iç dünyasında gidebileceği bir emin belde ve yanına alacağı birkaç dostu olmalı. Ve bu hicrete hazır olma haliyle yaşamalıyız. Çünkü dünya hayatından öte aleme göç, yani ölüm de bir hicrettir.

*ESERLERİ
Tevhid Adalet Özgürlük,-İman ve İslam-İslami uyanıştan İslami harekete -Yeni bir cumhuriyet için -Derin devlet ve muhalefet geleneği -Sessizlik senfonisi -Şeb-i Yelda -Yeniden düşünmek–İslam, devlet ve değişim -Teolojinin jeopolitiği-Allah, Vatan, özgürlük -Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi -Açık mektuplar-Davası olmayan adam değildir.

Yer aldığı Dergiler: İmza (1988), Yeryüzü, (1989-1992), Değişim (1992-1999), haftaya bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001), Türkiye ve dünyada Yarın (2002-2006)

Önceki İçerikNABİ AVCI
Sonraki İçerikÂDEM ÖZKÖSE