–  O Yazarken endişeleriniz nelerdir ki, okuyucuyu kendi endişelerinize davet ediyorsunuz. Bizi nereye çağırıyorsunuz?

Sualleriniz beni büyük lâflar etmeye mecbur bırakacak cinsten; okuyucuyu endişelerime davetim, vebâl altında kalmamak endişesinin eseri; “ben bir yere gidiyorum ama benimle yürümek zorunda değilsiniz; ileride bir çalılık görüyorum ama pekâlâ bir fundalık veya serap da olabilir; benim gördüğümü siz de görüyor musunuz, rü’yetlerime şahit olunuz, sorumluluğu paylaşalım” neviinden bir davet. Yazdıklarınızı başkalarının okumasında ve ciddiye almasında büyük vebâl var; bugün gördüklerimi yarın farklı tefsir edebilirim ama okuyucu ne olacak? Yazar, gökten zembille hikmet ve rü’yet indiren birisi değildir. Kendimi sıkça çimdikliyorum, okuyucuyu da kendilerini sıkça çimdiklemeye çağırıyorum.

–  O Yazılarınızda sürekli geçmişe vurgu veözlem var. “eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı” sözünü de atalarımız söylemedi mi? Bir de “ölenle ölünmez” ne dersiniz yoksa böyle değil miydi bu türkü?

Tecrübelerimizle yaşarız ve başka türlüsü mümkün değildir. Yazılarımdan hep geçmişi özlediğim ve atıfta bulunduğum gibi bir mânâ istihraç edilmesi kasdımın haricindedir; ben bir nostalji budalası değilim, tarihçiyim. Geleceği bilemem, geçmiş hakkında bilebildiklerim ne kadar kifayetsiz de olsa elimdeki yegane güvenilir veridir. Yaşadıklarınız size ızdırap veriyorsa geleceğe atıfta bulunamazsınız. Hüsn-i misâl daima takdire lâyıktır ve bütün misaller geçmişe dairdir. Güzel güzeldir, doğru da doğru, işimiz hüsn-i muhafazadır; hadi kelime oyunu yapalım: Hem güzelliği muhafaza etmekle hem de güzel tarzda muhafaza etmekle sorumluyuz. İşte en âlâ insanlık vazifesi. Hüsn-i muhafaza, güzelliğin yeniden üretilebilmesinin ilk ve en mühim şartı. Evvelâ “güzel”i tutmalı; bilahare ister taklid ister ibdâ ile onu çoğaltmak mümkün. “Güzel”e dair kriterleriniz yoksa neyi nasıl güzelleştirebilirsiniz ki?

Ölenle ölünmez ama mutlaka ölünür; ölülerin tecrübesi daima işe yarar; ölülerle yaşarız.

–  O Şehir ve kent ayırımınızdan yola çıkarak hızla “kent”leşen bir ülke sizce ne tip insanlar üretiyor?

Böyle bir suale geçmişe atıfta bulunmaksızın nasıl cevap verebilirsiniz? Şehir dün, kent bugündür. Şehir, bugüne nisbetle İnsanî nisbet ve hadleri daha iyi tutan bir iklimdi (nostalji mi oldu?). Modern zamanlar “had”leri zorladı. Bir şehrin nüfusu ve coğrafyası da “had”lere bağlıdır ve muayyendir. On milyonluk şehir bir ezâ cihazıdır; insanları muzdarip, gergin ve vahşidir. Nitekim her megapol, kendi bünyesinde küçük şehirlerini kuruyor, hudutlarını belirliyor, şehir kanunları koyuyor ve ancak İnsanî ölçekte bir ^nüfusu ihata ediyor. Haneler gibi şehirler arasında iyi komşuluk mesafeleri tesis etmek gerekir. “Kent” fıtrata aykırıdır şehir itaatkâr!

–  O Devlet-i Aliyye’den Cumhuriyete geçerken hayati uzuvlarımızı feda ettik diyorsunuz. Ne idi bunlar ve dirilir mi bu ölü?

Belli ki cümle benim fakat nerede, hangi çerçeve ve sebebe binaen yazdığımı hatırlamıyorum; gaalib ihtimâl cevabı, o yazının içindedir.

–  O Matematiğe ölümden haberin var mı diye soruyorsunuz. Modern bilimlere ne tür bir eleştiri getiriyorsunuz ya da ölümden haberli olması mı gerekir matematiğin?

Cevap, sualin içinde mündemiç zaten; matematik bir bilim değil, bir problem çözme dili ve bir usûldür, araçtır. Onunla çok şey yapabilir, çok zevkli yolcuklara çıkabilir, henüz bilmediğiniz şeylerin varlığını hissederek heyecanlanabilir hattâ birçok probleme geçici çözümler üreterek mutlu olabilirsiniz ama matematik, diğer bütün bilimler veya “bilim”in bizatihi kendisi gibi ölüm karşısında suskundur ve biz insanların en büyük dâvâsı aslında ölümün ardındaki şeydir.

Size bir dostumun çok nükteli bir aforizmasını aktarmama müsaade ediniz; diyor ki, “öldükten sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?”, hani “pazar günü ne yapmayı düşünüyorsunuz?” tonunda yöneltilmiş bir sual.
Modern bilim anlayışını kutsayanlardan değilim; bilime perestiş edenlerden değilim, modern bilim, “ne idüğü” rahatlıkça çözümlenebilecek işlem basamaklarından oluşur ve her bir basamağına bir yığın tenkid yöneltmek mümkündür. Zavallı modern bilimin, bu çağda kendisine atfedilen o derece yoğun mistifikasyonu omuzlamaya ne tâkâtı var, ne de niyeti. Saygıyla perestiş farklı şeylerdir; bilime saygı duyabilirim ama “scientisme” den ve “scientist”lerden nefret ettiğimi pekâlâ söylemek mümkün.

–  O Akıntıya ters kürek çekiyorsunuz ama, kimseyle bir probleminiz olmadı. Kayalara çarpmamak için dümeni sürekli kırmak nemenem şey?

“Dümen kırmak” fiili, sualiniz bünyesinde hakîr bir mânâ taşıyor; zaten “dümenci” lâfı da aynı tedailere sahiptir. Halbuki sualiniz bir başka dile tercüme edilseydi beni usta bir denizci olduğum için meslekî açıdan tebrik ettiğiniz anlamı çıkardı. Ziyanı yok. Kayalara çarpmadan sefineyi selâmetle seyr ü sefer ettirmek, sadece kurnazlıkla üstesinden gelinemeyecek kadar dikkat ister. Kurnazlık kısa vâdelidir, akıllılık daha uzun vâdeleri kapsar. Doğrusu kendimi hiç de “dümenci” gibi düşünmemiştim. Üslûbum kavgacılık ve polemikten uzaktır. Kavgayı sevmem, zaten her an hatâ yapabileceğini, yanlış karar vermesinin muhtemel olduğunu bilen bir insandan iyi kavgacı olmaz. Kavgada galebenin ilk şartı, ilk yumruğu iyi oturtmak ve bu üstünlüğü kavga boyunca kullanarak nizadan yarasız-beresiz çıkmaktır, işin sonunda “haklı çıkmak”, vaktiyle işin doğrusunu söylemiş olmak gibi bir tasam yoktur. Yanılma hakkımı çok severim ve kimselere devretmem. Hatâlarımdan öğrenmeye çalışırım ve bu yüzden edebî meslek itibariyle “deneme”yi tercih ediyorum. Kimseleri irşad etmeye kalkışmam çünkü irşadçının yanılma hakkı yoktur. Yazarken bu kadar pimpiriklenen birisinin tekneyi kayalarda parçalamadan gezinmesine niçin şaşıyorsunuz? Akıntıya kürek çekmenin de bir tekniği vardır şüphesiz.

Önceki İçerikNİHAT GENÇ | DERLEME
Sonraki İçerikHAKAN ALBAYRAK | AYAKÜSTÜ