Kaç yılıydı hatırlamıyorum, geçmiş zaman. Hece Dergisi’ne gittik. Derginin yayın yönetmenliğini yapıyordu. Tanışınca Türkçeyi kullanışındaki titizliğinin kişiliğinde de mevcut olduğunu anladım. 1952 Kırşehir do- ğumlu, Edebiyat mezunu. “Gülşefdeli Yemeni (1998), Ana Üşümesi (1999), Aşkın Hâlleri (1999) kitaplarını okumuştum. Çok içten anlatımını sevmiştim. İlk öyküleri “Tüneller” ve “Ateş”, Edebiyat (Ocak 1981) dergisinde yayımlandı. Öykülerinde sade bir dil ve etkili bir anlatım tarzı kullanıyor. Edebiyat (1980-84), Mavera (1984), İlim ve Sanat (1986-88) ve Hece (1997), Heceöykü (2004) dergilerinde öyküler, denemeler ve incelemeler yazdı. Asıl ismi İbrahim Çelik’tir. Yaptığı işlerin üstesinden gelen ve bunu da geliş- tiren, zenginleştiren kaybettiğimiz güzellikleri de yayınladığı her kitabıyla bize sunan yazar. Öyküleriyle yitip giden güzellikleri, kaybettiğimiz değerleri güçlü tahlillerle önümüze serdi, sermeye de devam ediyor. Otuza yakın eseri* var.

Madem yazma bir sancının sonucu ise, ‘yazma sancısının’ ve ‘yazamama sancısının sizdeki anlamı nedir?

Yazma ve yazamama sancısı, bir sanatçı veya yazar fantezisi, afra tafrası değildir. Sanatı, edebiyatı ve yazıyı bir aksesuar, rol olarak gören insan yazma veya yazamama sancısı çekmez. Bilmez de bu sancıyı. Ontolojik bir sancıdır bu. Yazarların neden yazdıkları üzerine yapılan uzun, süslü güzellemelerden de ayırmak gerekir. Kazıyarak yazmak ve kazırken de acı duymaktır. Bu insan, kazıyamadığında da acı duyar şüphesiz. Varlığı, varlık içinde kendi varlığını, yazıyla bunların ilişkisini kavramakla ilgilidir bu sancı. Yine bütün bunların bağlamında sorumluluk duygusunun gelişmişliğiyle veya gelişmemişliğiyle ilgidir. Sanata, edebiyata, yazıya, daha doğrusu yaptığımız işe bir kutsallık atfetmek değil söylemeye çalıştığım. İnsan ve Müslüman olarak bunları kavrama sorunundan söz ediyorum. Anne, doğum sancısının bilincindedir ve bunu göze alarak hamile kalır ve doğurur. Yazar da bu sancının farkındadır, olmalıdır. Yazarken sorumluluk bağlamında kılı kırk yaran bilinç, aynı hassasiyeti yazamadığında da yaşar ve o sancıyı sü- rekli hisseder. Beyni ve kalbi aynı anda ve mütemadiyen zonklar. Son zamanlarda fiyakalı bir lâf olarak ağızlarda dolaşan, ‘yazı sizi yazar, yazmalı…’ gibi sözler, bir yazar veya sanatçı için her anını kapsayan bir bilinç hâlidir aslında. Eğer gerçekten yazdığınız yazı sizi yazıyorsa, işte o zaman her iki durumda da o sancının elinden yakanızı kurtaramazsınız. Kısaca, varlık, sorumluluk, yazı ve sancı… Bu konunun anahtar kavramlarıdır. Önemli olan, bir yazarın bu kavramlar arasındaki ilişkiyi sağlam kavraması veya kurmasıdır.

Son zamanlarda biraz hızlansa da ara vererek öykü yayınladığınız hakkında yaygın bir kanaat var. Öykü yazma serüveniniz ve ritüeliniz merak ediliyor. Biraz bahseder misiniz, öykülerinizi nasıl yazarsınız?

Hem genel olarak yazı türlerinde hem de öykü türünde çok yazan birisi değilim zaten. Ayrıca kolay yazan birisi de değilim. Bu iki durum birbiriyle de yakından ilişkili elbette. Birbirini tetikleyen bir ilişki… Başka türlü olabilir miydi bilemiyorum. Belki… Takdir olunan böylesiymiş demek ki… Bu cümlelerimi tembelliğime gerekçe olarak ileri sürmüyorum. Gerekçeler üreten, mazeretlere çabuk teslim olan ve sığınan bir yapım var. Bu kusurlarımın da farkındayım. Belki de yazmanın zorluğundan, kim bilir belki de yazma sancısından kaçıyorum ve daha çok okuyarak ve başka işler yaparak kendimi avutuyorum. Sonra da yeterince yazmaya zaman ayıramadığımdan şikâyet ediyorumdur. İnsanlık hâli, bunların hepsi de mümkün. Öykü yazmak, bir deneme, inceleme, gezi… Yazısı yazmaktan daha zor geliyor bana. Uydurması, kurgusu, yazması… Çok farklı ve zor bir süreç. Bulmanız, kurgulamanız, ete kemiğe büründürmeniz ve sonra da oturup yazmanız gerekiyor. Üstelik bunlar, böyle söylendiği gibi de olmuyor. Öykülerin çevresinde döner dururum günlerce. Oturunca yazıp kalkan yazarlara hep imrenirim. Kolay yazmak, çok güzel bir yetenek ve imkân olmalı bir yazar için… Atlar için kullanılan ‘gemini gevmek’ diye bir söz vardır. Yazarken geminizi gevmek çok zor bir süreçtir. Gürül gürül yazmak, sözünü bunun için çok severim. Ayrıca dergi ve yayınevi sürecinde, on sekiz yıl boyunca, sorumluluğum gereği ve amatörce iş yapmak durumunda olduğumuz için yazıya gerçekten çok az zaman ayırabildim. Şimdi toparlamaya çalışıyorum ihmal ettiğim dosyalarımı.

“Yanlışı, kötülüğü çoğaltmak değil, sürekli iyiliği ve doğruluğu çoğaltmalıyız.” diyorsunuz. Bu anlamda; iki binli yıllardan günümü- ze güzel şeyler de oluyor diyorsunuz. Siyaset ve sanat/sanatçı ilişkisi nasıl olmalıdır, diye sorarsak?

Bu, söz söyleyen, yazı yazan, siyasetten ekonomiye kadar bir iş yapan her sorumluluk sahibi insan için temel bir ilkedir. Kötülüğün çoğalması, hem kolay hem cezbedici hem de doğası gereği bizatihi yaygındır. İnsan da zaten bu duruma teşnedir, içindeki ve dışındaki uyarıcılar, ayartıcılar nedeniyle. Sınavımız da zaten bunu gerektirmiyor mu? Kötülüğün olmadığı yerde iyi olmak, kolaylıkla farkına varılacak bir şey değildir. Büyüyen ay Yayınevinin bir alınlığı vardır biliyorsunuz: “Karanlık hep vardır, çabalayan ışıktır.” Bunun için yazarken, konuşurken, yaparken sürekli iyiliği, doğruluğu ve güzelliği çoğaltmayı seçmeliyiz. İki binli yıllar… Gibi bir tarihten söz ederken, siyasetle ilgili yeni bir zaman diliminden, siyasal düzlemde olup bitenlerden, siyasetin getirilerinden ve götürülerinden değil, yine sanat, edebiyat, yazı, düşünce düzleminde gördüğüm olumlu gelişmelerden söz ediyordum. Yine de bu iki düzlemin sınırları birbirinden bütünüyle ayrı değil bizim fiillerimiz oluşu hasebiyle. Her iki alandaki fiillerin müdahale biçimleri, güçleri, yöntemleri, amaçları ve en önemlisi de insanî öze yaklaşımları itibariyle şüphesiz önemli farklılıkları var. Bu farklılığı her iki taraftaki öznelerin de çok iyi görmesi, bilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu noktadan sonra birbirlerine alan açabilirler, imkân tanıyabilirler, birbirlerini besleyebilirler. Değilse bugüne dek olduğu gibi ancak birbirlerini kullanmakla yetinirler. Daha çok da siyaset sanatı, edebiyatı ve bu alandaki birikimi kullanır her zaman egemen güç olması hasebiyle. Tamah eden sanatçılar da kullanılma pahasına otlanmakla yetinirler. Hâlbuki en azından inanç ve düşünce itibariyle aynı kanallardan beslenen, birbirine yakın yataklarda akan siyasa ve sanat, edebiyat, birikimleriyle birbirini daha sağlıklı niyetlerle ve yöntemlerle beslemeleri gerekir. Yüz elli yıllık yakın tarihimizde siyasayla sanat ve edebiyat arasında bu besleyici kanalların sağlıklı olarak işlediğine tanık olamadık ne yazık ki…

Bizde eskiye karşı sürekli abartılı bir özlemle; ‘Ne sanatçıları- mız ve ne dergilerimiz vardı!’ yaklaşımıyla toptan güzellemeler yapılıyor. Hâlbuki bugün de çok güzel ve etkin dergilerimiz ve yazarlarımız var? Katılır mısınız bu düşünceme? Bir değerlendirme rica etsem günümüzdeki yerimize dair…

Elbette katılırım… Her dönemde düşünce, sanat, edebiyat, siyasa kendi sesiyle konuşur. Şunu çok önemserim ve çok önemli bir ilke olarak yaptığım her işte mutlaka gözetirim: İnsan, geleceğe karşı kör, geçmişe karşı da nankör olmamalı! Kendim için de arkadaşlarım için de ve sözümün geçtiği her yerde bu ilkenin gözetilmesini isterim ve dikkat ederim. Yine bu bağlamda, hem geleceğe karşı hem de geçmişe karşı toptancı bir yaklaşımla güzellemeler ve kötülemeler yapılmamalı. Kadirbilir olmak, kadrini bildiğimiz şeyden daha çok kendimiz için önemli bir erdemdir. O şey neyse odur; değerlidir veya değildir. Bizim kadrini bilip bilmememiz onun değerini ortadan kaldırmadı- ğı gibi ona değer de katmaz. Sadece bizim körlüğümüzle veya ferasetimizle ilgilidir. Bu ölçü, hem bugüne hem de yarına bakarken böyledir. Bu ilke, sadece inanç, düşünce, hayat itibariyle aidiyet kurduğumuz ‘taraf’ için de değildir; insanî her fiil, çaba ve kıymeti görmek açısından böyledir. Değilse bir değeri kalmaz. Bugün çok iyi dergilerin, sanatçıların, edebiyatçıların varlığı, bir zamanlarda birilerinin yok farz edilmesi üzerinde inşa edilemez. Asıl yokluk, başkasının var olan değerini yok saymaktır. Bu durum, geçmişle avunarak bugün hiçbir değer ortaya koyamamaktır: Mezar taşlarımız birer değeri işaret edip dursalar da onlarla övünmemizin veya onlardan utanmamızın hiçbir anlamı yoktur. Günümüzde gerçekten çok önemli edebiyat ve düşünce dergileri yayımlanıyor. Çok önemli ve büyük yayınevlerimiz var. Dünyanın birikimini bizim önümüze getiriyor bu kurum ve kuruluşlar. Ancak, bütün bunları sorunlarımızla birlikte gördüğümüzde daha sağlıklı yol alabiliriz. Birikime yaslanmasını iyi bilmeli bir iş yapan her insan!

Bireyci yaklaşımların kutsanmasına sıcak bakan biri değilsiniz. Öznenin ‘biz’ olanını önemsiyorsunuz? ‘Mesafeyi’ nerede koymak lazım? Nedir ‘mesafe’?

Bir atasözümüz vardır, bilirsiniz: Ben demek şeytan işidir! Bu söz, çok derin anlamlar içeriyor. Âdem’in yaratılışından beri insanlık serüvenine baktığımızda, bu sözün ifade ettiği hikmetin farkına varıp varamamakla sı- nava tabi olmuşuz. Konumuz din dersi değil, insandan söz ediyoruz. Kendi Ben’i ile ufkunu kapatan insanın hiçbir değeri, anlamı, büyüklüğü… Görebilmesi mümkün değildir. Sürekli ben, ben… Diyen insan, biz, sen, siz… Diyemez. Sen, dediğinde bile kendisinin görülmesini ister, kendisini işaret eder. Bu insan aslında kendi değerini, neye tekabül ettiğini de bilemez. Biz, diyen insan, hem başkasının değerini hem de kendisinin değerini görebilir. Bunlar temel ilkelerdir kanaatimce. Modern zamanların zihniyeti gereği artık Müslümanlar da ne yazık ki bireyi ve bireyciliği önemsiyorlar. Birey olmayı çok matah bir şey sanıyorlar. Gelişmiş, kişiliğini ve kimliğini tamamlamış insan olmak sanıyorlar. Yanılgının en büyüğü de bireyselliği, kâmil insan yerine kullanmaktır. Modern değerler itibariyle birey, değerleriyle değil, yanındakileri geri iterek kendisine alan açmasını beceren, yırtıcılığıyla, pervasızlı- ğıyla, sökerek ilerleyişiyle temayüz eden insandır… Herkesin özendiği, gıpta ettiği, yerinde olmak istediği de böyleleri değil midir? Hâlbuki kâmil insan, çevresine can verdiği, ruh üflediği hâlde kendisini geri plânda tutar, görünmemeyi tercih eder. Varlıkta yok olma hâlidir onun toplum içinde tezahür ediş biçimi. Yazdığı bir yazıyı, eseri, en yükseğe asarak gösterme çabası bireysel bir başarıdır ama kâmil insanın harcı değildir. Mesafe, her durumda her işimizde, bir kul olarak haddimizi bilmektir. Haddi aşan insan, bütün mesafeleri yok sayar ve herkesi kendisiyle ölçer… ‘Hadsiz!’ sözü, çok büyük bir azarlamadır…

Eserlerinize baktığımızda ‘bizim insanımızı’ anlatıyorsunuz. Konu ‘biziz’ yani. Bütün anlattıklarınızda bir ‘dil bilinci ve dil zevki’ de göze çarpıyor. Dile nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?

Dil, yaygın bir şekilde sanıldığı gibi sadece kelimelerden, bazı dilbilgisi ve imlâ kurallarından ibaret değildir. Dil, aynen toplum gibi kültürüyle mantığıyla bir bütündür. Örneğin, Türkçe deyince aynı zamanda Türk toplumundan, kültüründen, tarihinden, duyarlığından ve Türk insanından ve bir mantıktan da söz etmiş oluruz. Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca, İngilizce… Dediğimizde de aynen böyledir. Abartmıyorum ve aşırı anlam yüklemiyorum. Kutsamıyorum da. ‘Dil’ denilen organizmayı anlamak gerektiğinden söz ediyoruz. Böyle bir dil örgüsü, yüz, hatta bin yıllar içinde kendisini sürekli yenileyerek oluşur. Anlam dünyası, mantık örgüsü, kuralları ve en önemlisi de bir dil kültürü oluşur. Biz de konuştuğumuz, yazdığımız ve anlaştığımız bir dilden söz ederken, böyle bir birikimden söz etmiş oluruz. Bir dil bilincine, dil zevkine sahip oluruz, olmamız da gerekir. Eğer bunlara sahip olmuşsak o zaman yazan, çalakalem yazamaz; konuşan, takır tukur konuşamaz. Aksi hâlde anlaşamayız. Çünkü dilbilgisi kurallarına uymakla aynı dili konuşmuş olamayız. Bir milletin diline aitizdir ve bu aidiyetin bize sağladığı birikimin, inceliklerin farkında olmamız gerekir.

Anadolu Türkçesi, İstanbul Türkçesi… Gibi bir ayrımdan söz ederken de işte bu inceliklerden söz ediyoruz demektir. Edebiyatta, sanatta, kültürde, kısaca dille yapılan her fiilimizde bunları ararız ve görmek isteriz. Değilse ondan bir zevk alamayız. Çünkü bir dil zevkine sahip değildir o kültürel fiilimiz. Bir kitaplık dolusu eseri olan bir yazarın dilini beğenmediğimizde aradığımız ve gördüğümüz budur işte. Dili çok iyi veya dili çok kötü, dediğimizde de kastımız budur. Bizim insanımız da ancak bizim dilimizle anlatı- labilir. O da duyguları, düşünceleri, karakteri, inancı, dili ve bütün hayatıyla birlikte bir kültür içinde yoğurularak bir insan olur. Bu bağlarla ‘bizim insanımız’, insanlıkla kurduğu ortak bağlarla da ‘insan’ olur. Başarılı bir sanat ve edebiyat eserinde insanı bu bütünlük içinde görürüz.

Tunus’u işgal eden sömürgecilere karşı Sezai Karakoç, ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ adlı şiirinde, ‘defolup gitmelerini’ söyler. Ötesini biz söylersek, kendine ‘âşıklar’ edindi bu sömürgeciler coğrafyamızda. Bu ‘âşıklardan örnek vermek gerekirse neler söylersiniz?

Gönüllü âşıklar… Bilinçli veya bilinçsiz âşıklar… Akrebi tutmasını bilmeyen âşıklar… Siz akrebi tutmasını bilmezsiniz, der Karakoç. Yabancı- laşmadır bu da. Tabiata, ülkesine, kültürüne, kendi kendisine, aidiyetlerine yabancılaşma. Umutsuzluğu çoğaltmamak gerekir şüphesiz ama böyledir ne yazık ki. Ötesi kalmadı ki… Hepsi yalın kat. Derinlikten söz edemiyoruz hiçbir alanda. Kültür, sanat, edebiyat, düşünce, siyasa da artık güncel kaygılarla yapılıyor. Artık geleceğe konuşmuyor bütün bu eylemleriyle insan. Günübirlik yaşıyor ve yapıyor. Yüz binler satan bir edebiyat eseri bir yıl sonra unutulup gidiyor. Bir sinema filmi, bir iki haftalık gösterimden sonra hiç öyle bir film çekilmemiş gibi kaybolup çıkıyor gündemimizden. Ötesinden söz edebilsek, bu da bir şeydir inanın ki. ‘Defolup gidin!’ diyecek kimse kaldı mı? Bunu diyemediğimiz gibi sanattan, edebiyattan, siyasete, hatta dine kadar hemen her alanda örneklerimiz de ‘defol git’ dememiz gerekenler oldu. ‘Bizim’ denilen gazetelerde yazılıp çizilenleri görüyorsunuz siz de şüphesiz; artık, Müslümanların bir türlü, yeterince sekiler, demokrat, liberal bir zihinle düşünemeyişleri, demokrat ve liberal olamayışları utanılacak bir durum hâline geldi ve bu durum, bütün sorunlarımızın kaynağı olarak görülüyor. Zihinler, kalpler, kalemler, diller tam anlamıyla bir müstemleke hâline geldi. Gelişme, değişme büyüsü tarafından istilâ edildi. Ötesini söyleyecek bir dili bırakın, ‘alnının şakına’ konuşmanın bile bir anlamı kalmadı. İnsanlık tükenmedi şüphesiz ama büyük bir cezayı hak edecek kadar serkeşlik yapıyoruz. Bu hâlden ayılacağımızı ve kendimize geleceğimizi umuyorum…

Martin Baber’in bir sözü var: ‘Ya boşuna başkaldırı ya da gö- nüllü kölelik…’ Küresel medeniyetin (!) inanılmaz yayılışı karşısında okuyucuya ‘nasıl bir okuma’ tavsiye edersiniz?

Aforizma dilinin etkisi karşısında sürekli ihtiyatlı olmamız ve zihnimizin de uyanık olması gerektiğini düşünüyorum. Bir gerçeği ifade ederken birçok hakikati de geri plâna iter, perdeler bu dilin çarpıcı, vurucu, sarsıcı etkisi. Buna teslim olmamalıyız, dilin tuzaklarını görebilmeliyiz. Aforizma, öncelediği anlamı vurgulayarak, altını çok kalın bir çizgiyle çizerek ve gözü- müzü, kulağımızı doldurarak söyler bize. Aforizma dilinin amacı ‘özlü’ söz söylemek olduğu kadar, hatta daha çok da ‘aykırı’ söz söylemektir. Baber’in sözünü şöyle değiştirip söylemenin benim inancım, düşünüşüm, siyasal kavrayışım ve geleceğe bakışım açısından daha doğru olabileceği kanaatindeyim: Ne boşuna başkaldırı ne de gönüllü kölelik! İnadına başkaldırı, inadına bağımsızlık! Anladığım kadarıyla insan olmanın ve insanca yaşamanın bize yüklediği sorumluluk ve onur da buradan bakmayı, görmeyi ve düşünmeyi gerektirir.

Her medeniyet bir açıdan küreseldir, evrensellik bağlamında ele alıp düşündüğümüzde. Bizim medeniyetimizse en evrensel olanıdır bildiğim kadar. Bugünkü ‘çağdaş Batı medeniyetinin’ müstevli oluşu, evrensel karakterinden değil, sömürgeci, köleci karakterinden kaynaklanıyor. Karakterinin inanç ve kültür kodları itibariyle ‘medenî’ değil, zalim… Kuşatma, baskılama, istila… Eğer küreselse ki böyledir, bunun karşısında direnme, başkaldırma da evrensel boyutlarda olmalı. Zihnen ve kalben donanımlı olmalı. Hayata bir yerden değil, birçok yerden bakarak, önce kendimizin, sonra da yeryü- zünün birikimine yaslanarak direnmeli ve başkaldırmalıyız. Bir insan sadece dinden, bir başkası sadece siyasadan, diğeri felsefeden, edebiyattan, sanattan, iktisattan… Vs. bakarak anlayıp yorumlayabilir dünyayı. ‘Biz’ dediğimiz sorumlu Müslüman öznenin, bunların hepsinden birden bakarak anlaması ve yorumlaması gerekir. Bizim için okumanın anlamı budur, entelektüel bir fantezi veya aksesuar değildir.

İbni Haldun, ‘mağlup, galibi taklit eder,’ der. Buradan yola çı- karsak kırılmalarımız nerede başlamıştır ve nelerdir?

Bizim kırılmalarımız, mağlubiyetimizden önce, kendimizden, kendimize ait değerlerimizin ve inançlarımızın kaynağından şüphe duymaya başladığımızda oluştu. Birileri bize; ‘Modern, post modern zamanlarda hâlâ bu inançla, düşünceyle, değerlerle ve bu medeniyet anlayışıyla olabilir mi?’ diye bir soru sordu. Biz bu soruya, bu ikaya kulak kabarttığımız andan itibaren güven duygumuzu yitirdik, pusulamız şaştı ve iflah olmadık. Bir iki yerde, Hasan Akay’dan okuduğum şu metaforu andım. Bu sorunuzu cevaplarken de anmak isterim, çünkü bizim durumumuzu çok güzel açıkladığını düşünüyorum.

Bilirsiniz Kırkayak adıyla tanıdığımız bir sürüngen böcek vardır. Kırkayak’a birisi yanaşıp sormuş: Kırk tane ayağın var, bunlar birbirine dolaş- madan sen nasıl yürüyebiliyorsun? Kırkayak durup düşünmüş bir an: Ger- çekten nasıl yürüyorum ben? Demiş. Bu şüpheyle kafası karışmış ve ondan sonra da yürüyememiş, ayakları dolaşmış. Bizimki de aynen böyle oldu. Dünyanın yükselen ‘gerçekleri’ karşısında ‘hakikatlerimizden’ kuşku duymaya ve onları bu rasyonel ‘gerçeklere’ yaklaştırmaya, barıştırmaya, bunu yapamadığımızda da değiştirmeye başladık. Kırılmalarımızın temelinde işte bu psikolojik kuşku sorunumuz yatıyor. O gün kapıldığımız bu ‘geri kalmışlık’ ve ‘yenilmişlik’ kompleksi yatıyor sizin anlayacağınız… Bizimki taklit bile değil, belki de kendimizden kurtulma ve ‘o olma’ duygusu, yanılsaması. Daryush Shayegan’ın bir kitabının adı Ortadoğu aydınlarının, entelektüellerinin, yani bizim durumumuzu çok iyi tanımlıyor kanaatimce: Yaralı Bilinç… Yaralandık ve o gün bugündür bu yaradan kurtulamıyoruz, hatta yaramız her geçen gün biraz daha derinleşiyor.

‘Oldubitti ’ye getirilmemesi için olup bitenlere karşı bir ‘Müslü- man Duruşu’ nasıl olmalıdır? Bu çağa ne söyleyebiliriz?

Öncelikle bir duruş sahibi olabilmek için nerede durduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Kendisine ait bir kimliği olan insan, ülke, düşünce veya siyasal, yanlış bir yerde durarak kendisine özgü bir ‘duruş’ sahibi olamaz. Müslümanlar, zihnen ve fiilen yüzyıllardır yanlış yerde duruyor. Önceki sorunuzu cevaplarken altını çizmeye çalıştığımız psikolojiyle ve o derin yaralarla nasıl bir ‘duruş’ sahibi olabiliriz ki? ‘Müslüman Duruşu’ olarak tanımladığınız ve sizin de altını çizdiğiniz kimlik belirtme cesareti, hem bir reddi hem de komplekssiz bir sahiplenmeyi gerektirir. Bu bir meydan okumadır bütün duruşlara karşı. Bu özgüvene sahip olarak söz alan birileri var mı sizce? Son derece sinik, silik ve kısık seslerle konuşan, ürkek, neye inandığını ve ne düşündüğünü söyleme cesaretini bile gösteremeyen Müslümanlardan söz ediyoruz bugün. Müslümanca duruş, öncelikle bu psikolojik bariyerlerin hepsini aşmayı gerektirir. Yüz elli yıldan beri hep oldubittileri yaşamıyor muyuz? Çoğunu anlama ferasetini bile gösteremedik. Anlayabildiğimiz durumlarda da gereken kimlikli, kişilikli ve sorumlu tavırları gösteremedik. Bugünden bakarak sorumsuzca ve sadece bir suç- lama dili değil bu düşüncelerim. Sorunumuzu konuşuyoruz, acıtıcı da olsa. Kıymetini bilemediğimiz için inanmanın izzetini taşıyamıyoruz üzerimizde. Süleyman Çelebi’nin dilinde olduğu gibi; ‘Ümmetin olduğumuz devlet yeter / Hizmetin kıldığımız izzet yeter’ diyemiyoruz. Hem bu çağa hem de gelecek her çağa söyleyecek o kadar çok sözümüz var ki… Bu imanın ve izzetin, yaşanabilir olduğuna önce kendimizi ikna etmemiz gerekiyor.

Sanatın, edebiyatın daha uzun süreli etkili olmasının yolu; siyasetten daha etkili bir dil olmasından geçtiği bilindiği hâlde, siyasetin gölgesinde kalıyor çoğu zaman. Meselâ, toplumcu-gerçekçi edebiyat anlayışının etkili olduğu 1930-1940’lı yıllarda önümüze koyulan eserler var. ‘Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür’ türünden eserler… Neler söylemek istersiniz?

Evet, gerçek sanatın ve gerçek edebiyatın dili, doğası gereği hem daha etkili hem daha sağlıklı hem de daha uzun erimlidir. Hakikate daha yakın bir dildir. Fıtrata da daha yakın bir dildir. Değişen güncelliğe ve gündeme değil, geleceğe konuştuğu için eskimeyen bir dildir. Bunun için de gerçek sanat ve edebiyat, siyasetin de başka etkili gündem belirleyici güçlerin de gölgesinde kalmaz. Çünkü bu tür güçlerden bir beklentisi olamaz. Siyaset, sanata ve edebiyata ne sağlayabilir ki? Bir şiiri, öyküyü, romanı, bir filmi, bir tabloyu… En güçlü siyaset bile daha değerli, daha çok sanat eseri yapamaz. İstese de yapamaz. Ancak siyaset için kullanabilir ki bu da sanat ve edebiyat eserinin aleyhine işler. Sanatçının, siyasetten bir beklentisi olursa, bu da sanatın değil, kendisinin bir yanılsamasıdır. Ancak siyaset, toplumsal düzlemde, sanata, edebiyata, sanatçıya alan açabilir. Bu çabanın da günübirlik bir bedeli, beklentisi olmaması gerekir. Sağlıklı ve düzeyli bir toplumun geleceği için yerine getirilmesi gereken sorumluluğudur siyasetin. Sanatla siyaset ilişkisi, böyle bir düzeyde, karşılıklı sorumluluk ve dikkat bilinciyle kurulursa sağlıklı sonuçlara ulaşır, değilse en çok sanat ve sanatçı zarar görür. Toplumcu gerçekçi edebiyat, bu açıdan yanlış kurgulanmış ve kullanılmış bir yaklaşımdı. Önce Batılaşma sürecinde, sonra Cumhuriyet dö- neminde ve ardından da toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışı döneminde ve resmî siyasa anlayışı düzleminde araç olarak görüldü sanat ve edebiyat. O dönemlerde bu anlayışla verilen eserlerin çoğu bugün yaşamıyor. Evet, gitmediler, görmediler ama siyasa müfredatı gereği yazdılar ve o köyün onların anlattığı köyler olmadığı görüldü…

Bugünkü Türk edebiyatı, kendi köklerinden yeterince beslenemiyor. Bu durum, ilk dönem düşünüldüğünde bilinçli bir tercihtir. Yüz kere okunsa yine de aynı dikkat ve zevkle dinlenen Hz. Ali Cenklerinin o yoğun gönül söylemi neden yeni edebî metinlerde yok? Nedir yitirdiğimiz?

Edebiyattan siyasete kadar hayatın her alanında yitirdiğimiz aynı duyarlık, bilinç ve ruhtur. Hayatımız da edebiyatımız gibi… Edebiyat ve sanat eserleri, toprağıyla, iklimiyle, içinden doğduğu, ait olduğu ruhla bağını yitirdiğinde sözünü ettiğiniz sonuç kaçınılmazdır. Latin Amerika’nın Kesik Damarları adıyla bir kitap okumuştum. Kitabı ilk gördüğümde, mutlaka bizi anlatıyor bu kitap, diye düşündüm. Bizim de damarlarımız kesik ve beslenemiyoruz. Daha da vahim olanı ise farkında bile değiliz ve en kötüsü de alıştık bu duruma. Şüphesiz hiçbir zaman geçmişteki eserlerin yeniden yazılmasını bekleyemeyiz. Bunu beklesek bile zaten mümkün de değildir. Sanatın, edebiyatın, düşüncenin… Tabiatına aykırıdır böyle bir beklenti. Ayrıca o eserleri var eden iklimin ruhunu yitirdiğimiz için Cenkler’i yeniden yazsak bile onlarda var olan etkiyi oluşturmamız imkânsızdır.

Ülke, tarih, kültür, sanat, edebiyat, siyaset, ekonomi… Ve bütün toplumsal dinamikler insanıyla birlikte bir ruhu yoğurur ve o ülkeye ait, toprağına kök salmış bir millet oluşturur. Burada iyilikten, kötülükten, kahramanlıktan, ilerlemekten, geri kalmaktan ve bir ırktan… Söz etmiyorum. Bir coğrafyada yaşayan halkın, topluluğun nasıl millet olabileceğini konuşuyoruz. İşte bu bilinçli ruh hâline sahip olan milletler, aradığımız o sağlıklı yapıyı, medeniyetlerinin her alanında ve tarihlerinin her döneminde bütün dinamikleriyle birlikte yaşatabiliyorlar. Bize gelince; bugün edebiyatımız o ruhu taşımıyor da mimarimiz, dilimiz, diğer sanatlarımız, siyasamız, diplomasimiz, iktisadımız, tabiatı kullanışımız, şehirler kuruşumuz, sofra adabı- mız, hayatı yaşama zevkimiz… Taşıyor mu? Bütün bunlar birbirileriyle kopmaz, sıkı bağlarla bağlıdır.

Genellikle Ankara ve İstanbul merkezli yeni sermayeye yaslanan, içeriği sürekli değişen, dönüşen ve aynı zamanda temel ilkeler yerine popüler olanla iktifa eden bir sanat, edebiyat ve kültür yapı- lanması olduğu yolundaki şikâyetlere ne dersiniz?

Bu tür şikâyetler genel olarak haklıdır. Kültür, sanat ve edebiyat, en azından ana yatağı itibariyle popülerliğe itibar etmemeli. Yüz vermemeli. Gerek dünyada, gerekse Türkiye’de popüler edebiyatın, sanatın ve kültürün yaygınlaşmasını, belirleyici olmasını sadece sermaye ile açıklamak doğru olmaz. Elbette bir işadamı bu alana yatırım yapmışsa kâr etmeyi hesap ediyor. Bir edebiyat insanı olarak bu kâr hesabını onayladığım için söylemiyorum. Sermayenin mantığı gereği böyle. Bu durum büyük şehirlerde de küçük şehirlerde de böyledir. İkinci ve önemli bir husus da insan tabiatının popülerliğe, görünürlüğe, kolaycılığa, kısa yoldan üne, şana, şöhrete ulaş- maya yatkın olmasıdır. Her iki belirleyici gerçeklik ve koşullar karşısında da asıl sorumluluk, direnmesi, ödün vermemesi, sanatın ve edebiyatın ilkelerine sonuna kadar ve neye mal olursa olsun sadık olması ve sanatçı duruşunu bozmaması gereken düşünen, yazan insanlarındır.

Sermayenin mantığı ve ahlâkı, her zaman ve her insanda aynı ahlâk ve mantıktır. Dindar, dinsiz, okur, yazar, bilgin, cahil, tacir… Fark etmez, hepsi sermayenin kapsam alanında düşünür. Bunları kınamak için değil, bir tespit olarak söylüyorum. Nice yazarlar biliyorum ki popülerliğe itibar ediyorlar diye kınadıkları, arkalarından demediklerini bırakmadıkları insanların yaptıklarının çok daha fazlasını yapıyorlar. Herkes bir dönem seyrettiği çamur deryasına girip yüzmeye başlıyor bir zaman sonra. Zamanın ruhu hepimizi yaralıyor. Sanırım sorun şurada: Edebiyatın, sanatın açtığı alanla, imkânlarla yetinmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Günümüzde yazarlar, bir medya mensubu, sinema, dizi oyucusu veya mankenler kadar bilinir, tanınır olma ve gelip geçici bir şöhret peşindeler. Yazarların dilinin cilâsını kazıdığınızda, şikâyetlerinin altından çıkacak olanın eserlerinin okunma arzusu değil, resimlerinin tanınma arzusu olduğu görülüyor. Yazdıkları kısa bir süre sonra solup sararsa, unutulsa da adlarının dolaşıma girmesi yetiyor onlar için.

Dergi ve kitabevlerinin ‘mektep’ olduğu, her anlamda yetişti- ğimiz yerler, bugün hem çok azalmış hem de onların yerlerinde edebiyat kuleleri/şatoları oluşmuş. (Hâlbuki mevcut edebiyat ve medya ortamında eli kalem tutanların neredeyse tamamı bu dergilerden yetişmiştir.) Sizce, günümüzdeki edebiyat dergilerinin veya genel anlamda insanımızın, bu anlamda temel problemleri nelerdir? Bu kuleler, bize ne söylüyor?

Sözünü ettiğiniz dergilerin birer ‘mektep’ olan mekânları sekiz on metrelik odalardan ibaretti. Onları ‘mektep’ yapan da mekânları ve sahip oldukları imkânları değildi. İlkeleri, hassasiyetleri, idealleri, oralarda yer alan, yazan, konuşan insanların adanmışlıklarıydı. Manifestolarıydı. Elbette bugün de dergilerin o küçük mekânlarda ve yoksulluk içinde yayımlanmasını arzu edecek değiliz ama bu ilkelere ve erdemlere sadık kalmak her yazar için geçmişe ve geleceğe karşı bir sorumluluk ve borçtur. Bundan kimse kaçamaz, eğer gerçekten bir yazı ve düşünce ahlâkına inanıyorsa… Değilse zaten bir sorun kalmıyor. Ayrıca bir derginin, yayınevinin, düşünce merkezinin ‘mektep’ olmasından ne anladığımız da çok önemli. Oralarda öğreniyoruz, terbiye ediliyoruz, eğitiliyoruz, kişiliğimiz, kalemimiz ve hayatımız bir yandan anlam kazanıyor, bir yandan da şekilleniyordu. Ne yazık ki şimdiki zamanlarda buna kimse ihtiyaç da duymuyor, bu mekânların bunları yapacak takati de yok. Bu bir onaylama değil şüphesiz. Bir önceki sorunuzu tartışırken söylediklerimizle de ilgili bütün bunlar. Sanatın, edebiyatın nasıl yapıldığı ve sonuçlarından beklentilerimizle de ilgili… Ne yazık ki artık sanatla ve edebiyatla ilişkimizi, inançlarımızla, ahlâkımızla, kişiliğimizle, kimliğimizle ve hayatımızla birlikte düşünüp birlikte yapamıyoruz. Bugün zamanın ruhuna uygun olarak sanat ve edebiyat, ontolojik bağlamda manevî, dinî olmasına karşın, genel olarak sekiler, hatta laik bir düşünüş ve fiil sanılıyor. O ‘mektep’ dergilerden yetişenler de dâhil, bir tür ‘yaratma’ sorumluluğundan kaçış ve kolay olanı seçiş var bu alanda. Çağdaş edebiyatın ve sanatın kuleleriyse bizi bu son cümleyle söylediğim kaçış alanlarına, yani kolay olanı seçmeye çağırıyor.

Jacques Ellul’un tabiriyle ‘Sözün Düştüğü’ günlerden geçiyoruz. Edebiyatın, sözün, internet veya sanal âlemdeki yeri, geleceği hakkında neler söylemek istersiniz?

Sözün ve yazının, öznelerinin çağdaş ilgileri ve zihnî çözülmeleri, da- ğılmaları nedeniyle bir ‘dar Kapı’dan geçtiğini söyleyebiliriz. Bunu yaşayarak görüyoruz hep birlikte. Jacques Ellul’un, Sözün Düşüşü kitabının adıyla yaptığı tespit ve vurgu da bunu söylemeye çalışıyor. Yazı ve söz, ne yazık ki her geçen gün biraz daha değer kaybediyor modern zamanların göstergeleri arasındaki yeri itibariyle. Bununla birlikte kendi adıma, sözün ve yazının değerinin ve etkisinin insanî bağlamda aynı derinlikte sürdüğünü düşünü- yorum.

Önce söz vardı, sonra da kaleme ‘yaz’ denildi ve yazı oldu… Varlığın tabiatı değişmedikçe bu durum da bütünüyle değişmeyecektir. Bu düşüncemin, bir yazarın kanaati olmadığının da altını çizmek isterim ayrıca; hem de yazarların çoğunun edebiyattan umudunu kestiği bu zamanlarda. Sanal âlemdeki edebiyattan, yazıyı bilgisayarla yazmak, elektronik postayla göndermek ve almak, bir dergi ciddiyetinde bloklar, internet siteleri açıp oralarda yayımlamayı kastetmiyor da kimliksiz, emeksiz, bilgisiz, eğitimsiz, sorumsuz sırnaşmalardan, sataşmalardan, paylaşımlardan söz ediyorsak eğer, bunların hiçbirisinin yazının kaderini yaşayabileceğini düşünmüyorum. O sanal yokluk, hepsini yutacaktır bir süre sonra. Yine yazı ve söz kalacaktır yarına. Sanat, edebiyat, yazı ve söz, biçimleri olmakla birlikte, teknik bir araç değildir. Bu bağlamda, Wassily Kandisky’nin Sanatta Manevilik Üzerine adlı kitabını önemli buluyorum. Ne yazık ki son yıllarda sanatın ve edebiyatın manevî boyutu üzerine düşünenler çok azaldı. Sanat, eninde sonunda dinî alanda yapılan bir kazıdır; kazıyı yapan insan inanmasa bile…

Son olarak masada neler var?

– Okunacak birçok kitap var… Yazılacak öyküler, yazılar ve kitaplar var… Geç kaldığını düşündüğüm birkaç öykü kitabı, öykü üzerine iki kitap, iki de deneme kitabı var.

Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz… Rabbimiz, yâr ve yardımcınız olsun…

Ben teşekkür ederim… Sağ olun… Uzun ve dolu dolu bir yayın hayatı diliyorum…

*ESERLERİ:
Öykü: Tüneller (1983), Gülşefdeli Yemeni (1998, 2012, 2018), Ana Üşümesi (Tüneller’in yeniden düzenlenmiş hâliyle, 1999, 2008, 2017), Aşkın Hâlleri (1999, 2014, 2018), İçkanama (2018), Kırklar Cemi (2020).

Deneme-İnceleme: Bir Yağmur Türküsü (1999), Öykümüzün Hikâ- yesi (2000), Teori ve Eleştiri (2004), Dil ve Düşünce (2004), Irmağın İçli Sesi – Atasoy Müftüoğlu Kitabı (2007), Bir Yağmur Türküsü (2015), Hikaye Anlatıcısı (2016), Yazı ve Yazgı (2017), Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil (2017), Entelektüel Öfke – Nuri Pakdil (2018),
Söyleşi: Keklik Vurmak (2015).
Yayına Hazırlama: Asaf Halet Çelebi Kitabı (İlyas Dirin ve Şaban Özdemir ile, 2003).
Kürtçe: Her Roj Ji Emir Diçe (Öykü, 2018).

Önceki İçerikEROL GÖKA
Sonraki İçerikHAKAN ARSLANBENZER