Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesine ara sıra uğruyorum. Yaşlı bir teyze anlatıyor “oğlum bu aile hekimleri çok iyi oldu, doktor olarak bir hanım kızımızı vermişler, her hafta uğrayıp sohbet ediyoruz, bu hafta hastalandım o yüzden uğrayamadım” deyişi benimkisi. Hasta oldu- ğumdan değil. Dostum Doktor Hasana uğruyorum. Bu hastanede Erol hoca Psikiyatri Profesörü. 59 Denizli doğumlu. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. Sohbetimizde kendi ilgi alanını şöyle tarif ediyor; İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına ilgimden dolayı, psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneldim. Bu nedenle bilimsel çalışmaları ve klinik deneyimleri daha çok bu alanlardadır. Ve bu alanla ilgili yüzlerce makalesi ve yirminin üzerinde eseri* var. Bu söyleşiyi soruları göndererek yaptık. Yüz yüze yapılmış olsaydı çok daha farklı olurdu. Çünkü hoca hoş sohbet, konusuna çok hâkim, en sıkıcı konuyu bile yağdan kıl çeker gibi önünüze sunmakta mahir…

Bizdeki en problemli kavramlardan biri şüphesiz ‘aydın’ kavramıdır. Nedir/Kimdir? Ne yer ne içer? Ne iş yapar. Nerden bakarsanız öyle tanımlamaya müsait. Şimdi moda, Türkler hakkında bir şeyler yazma. Bu furya arasında sizin ‘Türk Grup Davranışı’ kitabınız gölgede kaldı gibi. Hem bunu konuşalım hem de ‘tanımlama’ kavramı üzerinde duralım. Tanımlama aynı zamanda bir sınırlamayı da içermiyor mu? Şahsen ben rahatsız oluyorum.

Aydınlar kimlerdir ben de tam olarak bilmiyorum. Benim bildiğim, ‘milletin organik Aydın’ıdır. İsterseniz sizin “tanımlama” sorunuza “milletin organik aydını”nı tanımlayarak cevap vermeye çalışayım. Milletin organik aydını bilginin modern dünyadaki üretimi ve işlevleri göz önünde bulundurulduğunda, milletin kendisini, kendi dünya görüşünü, entellektüel ve siyasi bakımdan en üst düzeyde üretmesidir.

Kimilerine aydın kavramına yüklediğimiz işlevler çok yadırgatıcı gelebilir. Kanaatimizce bu yadırgamanın temelinde de aydının bugüne dek milletten kopuk, yabancılaşmış tanımına aşinalık bulunmaktadır. Sanki do- ğal olanın, aydının milletin ihtiyaç ve taleplerinden apayrı bir bilgi tecessü- sü peşinde koşması olduğu düşünülmekte ya da aydının milletle ilgisinin ancak ve ancak entellektüel gündemin egemen söylemleri icabınca olması gerektiğine inanılmaktadır. Egemen entelektüel ajanda da ne yapacağınıza dair talimatlar vardır zaten. Yapmanız gereken yalızca, milleti küçümsemek, Aydın olmanın ilk şartı olarak, sıradanlığın yapış yapışlığından, ortalama insanın, yığınların düşüncelerindeki ve yaşama tarzlarındaki sefalete kapılmamanın erdemlerinden söz etmektir. “Türk” başlıklı, güya eğlendirici, saçma sapan yazılar yazan, Türkleri küçültmeye çalışan sözde aydın ger- çekte, okuryazar takımından başka bir şey olmayan güruh bunlardandır. Bizim bahsettiğimiz aydının, varlığını esasen entelektüel bir mecrada ifadelendirmek dışında, asla ve kat’a bunlarla bir ilişkisi yoktur. Milletin organik aydını, kendi düşünce ufkunu besleyen kültürel-tarihsel bağlamın ürünü olduğunun farkındadır ve bu yüzden kendisini onun bir parçası olarak algılamaktadır. Bilginin iktidar için bir araç değil, varlığını aydınlatan bir ışık olduğunun, içinde yaşadığı geleneği anlamadan kendisini anlamanın imkânsızlığının bilinci içeresinde, geleneğin ihyasına (yaratıcı bir biçimde yenilenmesine) yönelik çabalarını, varoluşsal bir kaygıyla sürdürmektedir. Geleneğin tarafını tutan milletin organik aydının bu tarafgirliği, ideolojik değil ontolojik bir tarafgirliktir. Gelenek onun varlığa bakışının şekillendirdiği rahimdir. Milletin organik aydının tarafgirliği, onun diğer geleneklere düşman olmasını gerektirmez. Onlarla biyolojik bir temastan, onlardan öğrenerek geleneğin (kendisinin) ufkunu genişletmekten yanadır; bu yüzden geleneğe karşı nispi bir mesafe koyarak eleştirel olmayı da elden bırakmaz. Milletin organik aydını, bu nitelikleriyle tam da siyasi bir uğraşın içindedir, çünkü tüm faaliyetlerinin odaklandığı daha iyi anlama çabası, daha iyi bir dünya arayışından başka bir kapıya çıkmamaktadır. Bizim “’Türk Grup Davrana- şı”çalışmamız, milletin organik aydını olma çabamızın bir parçasıdır. Nasıl iyi oldu mu? Sayenizde “milletin organik aydını”nı bir kez daha gündeme getirmiş olduk. Ama elbette birçok başka kimse, birçok başka tanım daha yapabilir. Tanımın kısıtlayıcı etkisini aşmanın biricik yolu da budur. Yeniden yeniden tanımlamak, öncekini yaratıcı bir biçimde aşmaya çalışmak…

İnsanların ortak noktaları mutlaka var. Bir psikiyatrist olarak grup terapisi yapmanızı anlayabiliyorum. Bunda garipsenecek bir nokta yok. Fakat koskoca Türk ırkını, ulusunu (nasıl tanımlıyorsunuz? Saf bir ırktan söz edilebilir mi?) hangi akla hizmet grup davranışına sokuyorsunuz? Bu bir alan zorlaması değil mi?

Bana bunları soran birisini hızla ve bir an önce “Türk Grup Davranışı” kitabini okumaya davet etmekten başka şansım yok. Hayatımda ırkçı olmadım, bu bilim anlayışıma da, Müslümanlığıma da, insanlığıma da ters. Saf ırk, diye bir şey yoktur. Böyle bir anlayış bilim dışıdır. Tüm ciddi Türkiyatçıların da ittifak ettikleri gibi, Türk ancak, ana dili Türkçe olan diye tanımlanabilir.

Ben grup terapistiyim; grupların davranışlar üzerine eğitim aldım. “Grup davranışı” da, grup psikoterapisi içinden bir teorisyenin Wilfred Bion’un bir kavramı. Bion, insan grup halindeyken bireysel varlığından apayrı bir davranış üreticisi olduğunu belirtmek için bu kavramı kullanmış. Uzunca bir zamandan beri, grup terapisinde, küçük gruplarda üretilen kavramlar, ulus gibi büyük gruplara da uygulanıyor. “Türk grup davranışı”nın yeniliği, “Türk”denilen büyük bir grubun davranışının izlerini tarih içinde sürmeye kalkmasıdır. Bunu da tarihte değişime en dirençli olan şeyin, toplulukların psikolojileri olduğu gerçeğinden yola çıkarak yapmaya çalışıyorum. Bana göre zorlama değil ama oldukça yöntemsel sorunlar olan ve cesaret gerektiren bir çaba “Türk grup davranışı” yla ilgilenmek. Siz, bu konuda çalışmakla ayıp ettiğimi sanıyorsanız, biraz düşüneyim isterseniz… Şaka bir yana, çok verimli bir alanda çalıştığımı düşünüyorum, iyi de gidiyor. Üç ayda üçüncü baskıya ulaştık. Bunda “Türklerle eğlenen kitaplar modasının bir etkisi olduğunu da sanmıyorum. Benim okuyucum her zaman erdemli ve kaliteli oldu. Kitap piyasaya çıktıktan sonra, yeni bir kitap yazacak kadar malzeme birikti bile.

Bir sosyoloğun belki bir tarihçinin Türk kimdir sorusuna cevap aramasını anlayabiliyoruz. Ama işin içine tababeti ruhiye girdiğinde Türk kimdir sorusu düşündürücü oluyor. Hâsılı Kelam psikiyatri penceresinden baktığınızda; nasıl duruyoruz, fiyakamız, ahvalimiz ne durumdadır.

Büyük gruplarla bizim psikiyatri camiasından ilgilenmemiz çok yeni. Bakın 14 ve 15 Haziran’da Samsun’da “Anadolu Psikiyatri Günleri” adlı psikiyatri camiasının ülke çapında büyük bir toplantısı yapılacak. İki konuşmam var. Başlıkları söyle: Başkasının travmasını sahiplenmek (Aleviler niye Kerbela travmasını üstlendi?) ve “Tarihsel psikolojiyle ilgilenmek, psikiyatrist olmanın değil ama Psikiyatri biliminin ön koşuludur.” Sanıyorum bu başlıklar bile, bizim Türklerle ilgilenmemizi açıklayabilir. Hala merakın kalmışsa şöyle diyebilirim; bir kimsenin ya da grubun temel toplumsal dinamiklerini (ve tarihini) bilmeden, bir kimsenin veya grubun konuştuğu dilin imkânlarını ve kısıtlılıklarını anlamadan, onların ruh sağlığını ve hastalıklarıyla bilimsel olarak ilgilenemezsiniz.

Türkler, Psikiyatrik açıdan nasıl duruyor diye soruyorsanız?

Bu çok çetrefil ve oldukça akademik noktalara girmemizi gerektiren bir soru. Dağıtmamak için “fena değiliz” deyip geçelim olmaz mi?

Bir doktor olarak gruplarla TEDAVİ amaçlı çalışmalarınız oluyor. ‘Türk Grup Davranışı’ ile neyi amaçlıyorsunuz.

Tedaviyle, “Türk grup davranışı’” arasında, henüz doğrudan bir ilinti yok. Ben Türkiye’de tıp ve psikiyatri eğitimi gördüm ve bana başvuran insanlara elbette bu gördüğüm eğitime göre tedavi hizmeti vermeye çalı- yorum. “Türk Grup Davranışı” kitabı ve çalışması, ileride bazı bağlantılar kurulma imkânları barındırıyorsa da, biraz bir hekimin haddini aşan bir girişim. Lütfen beni hekimliğe kapatmaya kalkmayın, sonra isyan ederim. Şiir bile yazmaya kalkabilirim.

İnsanın biyogenetik yapısından toplumsal-kültürel kurgusuna dek uzanan fakat daha çok bireye vurgu yapan psikoloji alanında uğraş veriyorsunuz. Gençlerde gözlemlediğiniz değişimler nelerdir. Topçu, popçu, internet, cep telefonu… Düşünmüyor seyrediyoruz gibi…

Himm siz benimle ille de hekim kimliğimi muhatap alarak konuşacaksınız, bir hekimin birçok konuyla ilgilenmeye kalkmasını henüz sindirememişsiniz, belli oldu. Tamam. Tüm felsefi ve beşeri bilimsel birikimimi huzurlarınızda atıyorum. Madem öyle istiyorsunuz, yalnızca psikiyatrist Erol Göka olarak cevap vereyim size. Öncelikle bilmelisiniz ki, gençlere laf söyletmem. Onlar, gerçekten bizim geleceğimizdir ve onları beğenmiyorsak şimdi, öncelikle kendimizi değiştirmeli, utanmalı, özür dilemeliyiz. Size de bu tutumu öneririm. Lütfen gençlerimizi beğenmesek bile, onların gü- zel kalplerini kırmayalım. Koca koca adamlar, kadınlar varken laf edecek, gençlerimize kem gözle bakmayalım. Bu vesileyle ülkemizdeki kültürel atmosferle ilgili gördüklerimi söyleyeyim isterseniz. Arabesk, kültürümüzün temel özelliklerinden bir tanesidir ve modernleşememenin, iki arada bir derede kalmışlığı, “melez” değil “yarım yamalak-yamuk” bir kültürel dokunun sonucudur. Arabesk, yalnızca bir müzik tarzı değil, duygu tarihimize modernleşmeyle başlayan kesit, eğilip bükülmekten, sağa sola çarpmaktan yamuklaşmış bir repertuvar dışavurumudur. Bu anlamda örneğin kesinlikle Sezen Aksu arabeskin temsilcisidir, hepimiz, belli ölçülerde arabeskiz. Modern değişime ayak uyduramayan, ondan acı çeken, gelecekten bir beklentisi olmayan ülke geneliyle birlikte gençler de duygularına arabesk çerçevesinde ifade ediyorlardı. Bugünlerde ise bir grup gencimiz, Batı’daki gençlik alt grupların kümeleştiği bir giyim, yaşam ve “yumuşak isyan” tarzına katılmaya çalışıyor. Modernliğin ürünleri önceleri kağnı hızıyla memleketimize girerken, teknomedyatik aygıt sayesinde olanlar anında dünyanın birçok yeri gibi, ülkemize de ışık hızıyla geliveriyor. Geleneksel olanın ve bu arada arabeskin yıkılan ve kurtulunması gereken “eskinin içinde yer aldığı dünyayı erişkinlerden daha hızlı ve doğru algılayan sezgileriyle kavrayan gençler de “eski esvap’”larını çıkarıp “yeni giysi”’lerini kuşanıyorlar. Onlari seviyorum. Ama böyle davranmakla “Batılı” olacaklar ve kendilerine ağır gelen “Gelenek”in yükünden kurtulacaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar. Aldanan ilk nesil de onlar değil üstelik… Böyle bakıldığında Gençlerin bu tavrını Tanzimat yıllarında Batılaşmak için onlar gibi yapan büyüklerimizden bir farkı yok. Ama maalesef görünüşü değiştirmekle bir başka kültürün kimliğine kolayca bürünülmüyor. Gençlerin bu tutumlarına saygı duymakla birlikte, onlar için bir hayal kırıklığı olmamasını diliyorum.

Gencin kimliğinin oluşumunda alt-kültürler, ailenin temsil ettiği ve bir önceki neslin kendini tanımladığı referans sisteminin dışında bir çerçeve sağlar. Gençlere kendi farklıklarını gösterebilmek için yeni olanaklar sunar. Bu arada gençlik alt-kültürleri sanılanın aksine ebeveyn ile genç arasındaki şiddetli çatışmaların yumuşaması için bir geçiş sistemi de olabilirler. Ger- çek aile içi çatışmalarla boğuşmak yerine, herkes gencin giyim kuşamına, dinlediği müziğe yönelir ve bunlar üzerinden dertlerini halletmeye çalışır. Fark ettiyseniz gençlik alt kültürlerini gençlerin psikolojisi için pekte olumsuz görmüyorum. Her yeni nesille birlikte yeni gençlik alt-kültürleri ortaya çıkacak. Bunu anlamalı ve gençlerimize ona göre daha anlayışlı bakmayı becerebilmeliyiz.

Aileler, genç çocuklar üzerinde her zaman “gençlik tanrıları”ndan daha etkilidir aslında. Eğer biz çocuklarımıza iyi örnekler olabilmişsek, onların dinlediği müzik, giyim kuşam tarzında korkulacak bir şey yoktur. Gençler eninde sonunda anne-babalarına benzer. Baksanıza bu ülkede kaç nesildir, sağ ve sol partilerin aldıkları oylar bile değişmiyor.

Sözlü geleneği önemseyen bir topluluğuz. Yazıyla çok da aramız yoktur. Uygar olmak yazılı kültürle mümkün oluyorsa, uygar olamayacağız herhalde. Siz neler söylersiniz?

Evet, uygarlıkla yazı arasında doğrudan bir bağlantı var. Zira yazı sayesinde bilgi inanılmaz bir hızla büyüyor; bilim ve felsefe yapma, dolayısıyla uygarlığın vazgeçilmez bir özelliği olan hayatin incelenmesi ve estetize edilmesi mümkün oluyor. Artık biliyoruz ki yazı, yalnızca zihniyetlerimizi değil beynimizin isleyişini bile değiştiriyor. Yazı sayesinde, kendimizi ve ilişkilerimizi paranteze alıyor, onlar üzerine düşünce geliştirebiliyoruz. Ne yapıp edip yazın gündelik hayatimiz, zihnimize ve beyinlerimize sokmak zorundayız. Bunu yapabiliriz. Gerek Türklerin tarihlerinde hem kendilerine özgü yazı keşfetme hem de birçok yazıyı kullanma becerilerine gerek İslamlaşma ve modernleşme süreçlerinde okur-yazarlık konusunda attıkları adımlara baktığımda ben umutvarım.

Toplumun bütün katmanlarında ve kurumlarında dejenerasyondan bahsetmek mümkün; yolsuzluk, rüşvet, mafyalaşma, çözülme… Nereye gidiyoruz.

Aynen katılıyorum. Müthiş bir çözülme yaşıyoruz. Bu çözülmede hem dünya çapında modernliğin yaşadığı maneviyat krizinin hem Batının meydan okumasına karşı koyamadığımız son birkaç asırdır yaşadığımız İslami kimlik krizinin payı var. Ama ben “Türk grup davranışı”na bakıyorum bir süredir ve çözülmenin grup davranışımızdan kaynaklanan tarihsel nedenlerini daha çok görüyorum. İnsan baktığı yeri görürmüş. Tarih boyunca, soy-boy tarz örgütlenmenin ve onun neden olduğu segmenter toplum ve zihniyet yapısının kurbanı olmuşuz. Herkes, kendini ve yakınını kolluyor. İlkel aşiretler gibiyiz, hemşericilik, ayni olanı kayırma, rüşvet ve iltimas, adam sendecilik almış yürümüş. Merkez bir türlü kendi otoritesini kabul ettiremiyor. Her yerde ikili bir düzen ve ikili bir ahlak anlayışı var. Bu zeminde mafiyöz çeteler çok kolaylıkla ürüyor ve iş yapıyor. Bizimle ayni şekilde dü- şünmeyeni adam yerine bile koymuyoruz. Eğer bize ve yakınlarımıza çıkar sağlayacaksa, her türlü günahı sevap gibi algılıyoruz. Ne diyeyim, Allah sonumuzu hayretsin. Siyasilerden bir umudum yok. Bizim halimizde olan bir toplumda, kurtuluş öncelikle aydınlardan başlayabilir. Eğer milletin organik aydınları silkinip ayağa kalkarlarsa, milleti uyarma görevlerini layıkıyla yerine getirirlerse, belki siyasilerden de onlara kulak verenler çıkabilir. Büyük düşünceyi bulamazsak, büyük düşünürlerimiz olamazsa yuvarlandığımız uçurumdan çıkabilmek için dua etmekten başka çaremiz kalmaz.

Tarihle övünmenin, nostaljik böbürlenmenin bir anlamı varsa bunu en çok hak edenlerdeniz. Zamanı ve coğrafyayı hayranlık verici yeni bir renge boyayıp, hayatı yeniden tanzim etmiş bir uygarlığın çocuklarıyız. Bir kimlik krizinden bahsetmek mümkün mü? Bu anlamda modernizm ve kimlik konusunda ne dersiniz?

Böbürlenmenin bir anlam yok, ya da isteyen böbürlensin ama kimseye bir faydası olmadığını bilme koşuluyla…

İslam, bir din, dünya görüşü ve yaşama tarzı olarak ortaya çıktığından itibaren, tarihteki en şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı bir olgu olarak zamanı ve coğrafyayı hem yeni bir renge boyamış hem de gündelik hayatı yeni baş- tan estetize edebilen bir uygarlığın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Ama modernlikle birlikte bu kez şaşırma sırası İslam dünyasındadır. Modernlik, bir din olmasa da tıpkı İslam gibi yeni bir dünya görüşü ve yeni bir yaşama tarzıdır ve üstelik karşılaştığı tüm dünyaları cezbetmekte, kendisine çağırmaktadır. Modernliğin başarıları, yalnızca madalyonun bir yüzüdür. Modernleşmenin diğer yüzü, skandallar ve sıkıntılarla dolu. Bilimsel ve teknolojik devrimler iyiydi iyi olmasına ama dünyayı derin bir ekolojik krizle ve dehşetengiz bir silahlanma yarışıyla yüz yüze getirdi. Yeni bir “’bilim dini” yaratarak, modernliğin Batı kökenli olmasının zaten yol açacağı teolojik krize çanak tuttu. Bireye ve onun rasyonalitesine dayalı yeni bir inanç sistemi oluşturulamıyor. İrrasyonel, spritüalistik akımlar modernlik gemisinin zeminini kemiriyor, su almasına yol açıyordu. Kendi teolojisinin gereği olarak akılla inancı bir arada barındıramayan Batılı zihin, modern çağlar boyunca bindir zahmetle oluşturduğu ve gerçeği bunlar sayesinde temellük ettiğine inandığı “büyük anlatı”lardan birer birer vazgeçti. Önce dil ile gerçek arasında bir ilişki olmadığı gösterildi; dil, değişmeceli bir yapıydı, hakikat, Nietzsche’nin söylediği gibi “seyyar metaforlar ordusu”ndan başka bir şey değildi. Dil, hakikati vermiyorsa, her hakikat iddiası, yapı çözümüyle bozguna uğratılabilecek, kof bir damara sahipti. Dostoyevski, “Tanrı yoksa her şey mubahtır” demiş ve insanları ikna edebilmişti. Şimdi “Tanrı varsa her şey mubahtır” diyenler de insanları ikna edebiliyor artık, hem de aynı insanlar… Ve sonuçta geldik bugüne: İnsanlar, büyük anlatılara inanmıyorlar ama tuhaf bir biçimde inançlara saygı göstermenin gereğine inanıyorlar. İnançlara neden saygı gösterileceğinin ise, gerçekte hiçbir rasyoneli yok. “İnanç ço- ğulluğu”, “dinlerin kardeşliği” gibi fikirler, aslında kazanımın inançsızlık olduğunu, ya da en azından derin maneviyat krizinin, üstünü örtmeye yarıyor.

“Da Vincinin Şifresi;” kitabı, pagan inançlarını ululayarak insanları büyülüyor. İnsanlarda, hepimizde tuhaf bir köken merakı ortaya çıkmış durumda. Tüm bunlar bir krizin açık işaretleri. Bunlar haricinde yaşadığımız post modern zamanlarda kimlik sürekli inşa edilecek bir şey gibi görülü- yor, hayat kullanılıp atılabilecek nesnelerle dolu konteyner gibi algılanıyor. Bu nedenle sağlıklı bir kimlik için gerekli olan aynılık ve süreklilik duygusu adeta ender olarak ortaya çıkması mümkün olan bir hale gelmiştir. Zaten aynılık ve süreklilik pek de istenen bir duygu değil. Bunun yerine insanlar bir giysi gibi benimsenebilen ve çıkarıp atılabilen kimlikleri tercih ediyorlar. Kimse bağlayıcı bir seçim yapmamakta, iğretilik zamanımızı karakterize etmektedir. Çılgınca bir kimlik arayışı, bu zamanların ve küreselleşmenin meşru çocuğu ve doğal ortağı konumundadır Yani yaşadığımız zamanlarda “kimlik” in bu kadar öne çıkmasının nedeni aslında ciddi bir “kimlik krizi’” yaşıyor olmamızın tezahüründen başka bir gey değil.

Müslümanlar olarak kimlik krizini katmerli bir biçimde yaşıyoruz. Bugünün dünyasında, “İslam” dendiğinde net bir tanımlama yapamıyoruz artık. Bu kargaşanın kendisi, bizatihi bir krizdir ama çağdaş Müslüman ‘in kimlik krizinin en açık işareti ve asıl sorumlusu, bir yandan kökene duyulan siyasal arzu diğer yandan buna eşlik eden terör ile karakterize olan ve diğer Müslüman varoluşları açıkça Müslüman olmamakla suçlayan siyasal İslam’dır. Bir uygar dönüşümü olabilmesi için zaman, haz, başkalık, ölüm ve hakikat alanlarında değişiklik olması ve bu değişikliklerin bir kültür aracılığıyla bireysel psikolojiye içselleştirilmesi gerekli. İslami dünyanın dönü- şümün karakteristikleri ise modernliğin başlangıcında anavatanı Avrupa’da yaşananlardan özellikle üç alanda tamamen farklıdır: a)İslam dünyasını modernliğe çağıranlar ayni zamanda ona dayatılan sömürgeci şiddetin sahipleridir. b) İslami dünyasında değişim süreçleri, kendiliğinden değil zorlamalıdır; modernliğe geç kalmış olmanın açığını kapayabilmek için baş döndürücü bir hızla seyretmektedir. Değişim süreçleri, ekonomik kalkınma ideolojisinin egemenliği altındadır. c) İslam dünyasında, ilk modern olmaya karar verenler yöneticiler ve aydınlardır. Halka da modernleşmesi söylenmekte ama nedeni açıklanamamaktadır. Modernleşmeyle birlikte olup bitenleri aydınlatan ve geleceği öngören eserler çok azdır.

Bunların sonucu olarak hızla geleneksel ortamlarından şehrin varoş- larına doğru sürülen kitleler, hem şehir mekânlarının umutsuz sefaletine düşmüşler hem de kendilerine yeni dayatılan insani durumlar karşısında yoksul ve yetersiz halde kalmışlardır. Büyük kentlere savrulan kır kökenli yoksullar, yaşamın sertliğine ve egemen beyaz güçlerin duygusal iteklemelerine karşı, çareyi kutsallarına sarılmakta bulmuşlardır. Ekonomik modernleşmeyle her şeyin hallolacağını sanan yöneticiler, sağlıklı bir dinsel yaşam için gerekli bir ortamın oluşturulması yerine, halkın pek doğal olarak koruduğu geleneksel inançlarına savaş açmayı yeğlemektedirler. Arap dünyasında ise egemen iki yüz âlem, modernliği teknoloji kılığında yalnızca kendilerine sunulmuş Allah’ın yeni bir lütfu olarak görmekte, kitlelerin modernleşmesi sorunuyla ve sonuçlarıyla hiçbir şekilde ilgilenmemektedirler.

İslami hareketi, yaşadığımız kitlesel ümitsizlik çağının en güçlü tanığı olarak kavramak gerekir. Böyle bir ümitsizlik ortamında nasipsiz kitlelerin yaşam alanlarındaki sefalet ve yıkım, giderek öznel bir cayma sürecine yol açacak bunun ardandan kolektif bir tamir çağrısı ve ötekinin yüzünü silmeye yönelik saldırganlık ortaya çıkacaktır. Bu kadar hakarete, aşağılanmaya uğrayan kolektif ruha hıncın ezeli değirmeninde dönmekten başka yol kalmamıştır. Kaldı ki Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte, İslam dünyasında bir teolojik-politik boşluk belirmiştir. Artık merkezi ve politik bir hükümranlığı kalmayan İslam’ın tek bağdaşıklığını teolojik ve ritüel bir çekirdek oluşturmaktadır.

İslam Birliği ortadan kalkınca Papası olmayan bu dinin, Papası olmayı düşleyen şefler zuhur edecek; başlangıçta modern meydan okumaya kar- şı bir direniş odağı olan dinsel yapılar, giderek ekonomik aklın ve spritüal tatmin arzusunun egemenliği altına gireceklerdir. Nasipsiz kitlelere, modernlik, yöneticiler, beyaz güçler, yabancılaşmış aydınlardan sonra bir de bu din şefleriyle uğraşmak görevi düşmüştür. Ama görevi yapamayacak kadar yorgundurlar ve üstelik onların güzel sözlerine ihtiyaçları vardır. İslam dünyasındaki bu genel kimlik krizi manzarasının ülkemizdeki görüntülerine odaklanacak olursak. Anadolu’ya gelerek kurduğumuz devletlere ve imparatorluklara İslam, güçlü bir ruh üflüyor, toplumumuz büyük ölçüde barış ve refah içinde yaşıyordu. Ama modern Batı’nın meydan okumasıyla birlikte hem İslam hem Türk tarihinden kaynaklanan fay hatlar açılmaya, Türk ve Müslüman çekirdek kimliğin içindeki birleştirici unsurlar bile, bizzat merkezkaç güçleri haline gelmeye başladı. İslami kimlik, mezhep farklıklarının yanı sıra bir de gerici-ilerici farklılığıyla en temeldeki birleşme noktasından değişik yönlere doğru gerdirilirken, Türk tarihi boyunca sergilediğimiz grup davranışlarının olumsuz yanları da belirginleşerek gerginliğin ciddi bir kimlik krizine dönüşmesini hızlandırdı. Bazı semboller etrafında bir araya gelen topluluk segmentlerinin kardeş kavgasına tutuştuğu; bu segmentasyonun hizmetinde din-toplum ve siyasetin ve bunların epistemolojideki karşılığı. Olarak felsefi-dini-ideolojik ve bilimsel düşüncenin iç içe geçerek yekpare bir bütün arz ettiği tuhaf bir durum ortaya çıktı. Hemşericilik, cemaatçilik, adam kayırma ve iltimasa dayalı, hukukun hiçe sayıldığı mafiyöz yapıya bir de Türk grup davranışının hiyerarşi, itaat ve lidere bağımlılıkla karakterize özellikleri, gösterişe ve şatafata düşkünlüğü de eklenince kimlik krizi gün geçtikse derinleşti.

Gelelim psikiyatriye… Burada bir sorun var gibi geliyor bana. Neden bizim psikiyatrlarımız hep reçeteye bağımlıdır ve iç hastalık mütehassıslarından pek farkları yoktur gibi durur. ( Farklı olmaları gerekir mi? ) Mazhar Osman’dan bu yana neler değişmiştir, Medyada arzı endam eden pek çok psikiyatr her konuda söylenecek bir şey bulmayı neden kendine görev bilir?

“Deveye sorulan soruyu hatırlayıp geçelim kardeşler burayı da… Sanki gazetecilerimiz, sanki sanatçılarımız, sanki esnafımız, sanki taksi şoförlerimiz pırıl pırıl da, onların birikip bizim gariban psikiyatristlere mi bulaşalım şimdi. İçimizde birkaç medya maydanozu var diye, kocaman ve üstelik çok zor bir mesleği bir kalemde harcayalım mi? Kaldı ki benim meslektaşları- mın medyaya çıkacağım diye can attığını hiç sanmıyorum. İnanın saçma sapan konularda bazen tüm kanalların arka arkaya beni aradığı günler oluyor. Bu başvurular, bizim her konuda konuşma arzumuzdan ziyade sanki toplumsal davranış konusunda akademide bir eksiklikten kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Her neyse, dünyanın her yerinde ve her meslek dalında olduğu gibi bizde de psikiyatristin iyisi var, kötüsü var. Kötü psikiyatrist, bir dâhiliyeci gibi davranan psikiyatrist değil yalnızca. Keşke tek eksiğimiz dâ- hiliyece gibi davranmak olsaydı. Biz hekimiz, elbette dâhiliyeciye benzeyen birçok yanımız olacaktır. Ama işimizi iyi yapsaydık, böyle serzenişleri çok almazdık. Bunları söyleyebildiğinize göre, demek ki meslektaşlarımız bir şeyleri eksik yapıyorlar ve bizim de psikiyatri uzman yetiştirirken daha çok dikkat etmemiz gerekiyor.

Yasadığımız zamanların başat problemi sanırım insan ilişkileri. Kimse kusuru kendinde görmüyor, her problemin dışardan kaynaklandığı düşüncesi genele hâkim durumda.

Güvensizlik, paylaşım yetersizliği, düzeysizlik ve dürüstlük bunlara bir reçete var mıdır?

Evet, bu saydığınız özellikler narsisizm işaretleri. Zaten yasadığımız zamanlara “narsisizm çağı” ve kültüre de “narsisizm kültürü” diyor bazı dü- şünürler. Ben kendi adıma, modernlik ile narsisizmi birbirinden ayırmaktan ve biraz önce saydığım özellikler gibi narsisizmi de Batı modernliğinin başımıza açtığı belalardan biri olarak görmekten yanayım. Modernlik aklı, özgürlüğü ve bireyi öne çıkardı. Bunlardan vazgeçmeden dinimizi ve kültürümüzü modernleştirdiğimizde yani kendimize özgü bir modernleşmeyi başardığımızda, Batılı modernliğin tüm dertlerine de çare üretmiş olaca- ğımızı sanıyorum. Son yıllarda özellikle yayın dünyasında neredeyse 10 kitabın 8 i kişisel gelişim alanında olmaya başladı. Bu yayınların birilerinin kişisel gelişimine katkıda bulunduğu bir gerçek(!). Peki gerçekten çoğu sloganlardan ibaret olan bu eserler ve çalışmalar insanların kişisel gelişimine bir katkıda bulunabilir mi? Kişisel gelişim denen şey nedir, ne anlatır, ne kadardır.

Ben hakikat arayıcılarının ve ruhsal sıkıntılarına çare arayan insanların bu tür kitaplardan uzak durmalarını tavsiye ederim hep. Şimdiye kadar hiçbirini ikinci sayfaya geçmeye değer bulmadım. Saçmalıkları bırakalım.

Birazda medyaya konuşalım. Medyanın günah keçisi yapılmasını yani. Bazı olayların bir dizi filme ya da programa bağlanması, sebep ilanihayet budur denmesi çok acımasız bir yaklaşım değil midir? Toplumu medyası bu kadar yönlendirebilir mi?

Yönlendirir. Zira “teknomedyatik” bir dünyada yaşıyoruz. Teknolojiye ve paraya egemen olanlar, bizi istedikleri gibi düşündürmek için kendi medyalarını kullanıyorlar. Sorun bir dizi, film ya da program değil, birbiriyle bağlantılı dev bir egemenlik sistemi Psikiyatrist olmak bir yerde kahramanlığa soyunmak gibi değil midir? İnsanların davranmışlarını sordukları, sorguladıktan, gizliden, gizliye kendilerini sakındıktan, hayat oyununda hem hakem hem oyuncu gibi hissetmez mi insan kendini?

Bir kahramandan ziyade ‘Şaman’a benziyoruz, bu nedenle mesleğimizin geleceğini çok parlak görüyorum ben Türkiye’de. Şaka bir yana, bir işi iyi yapıyorsan iyi hissedersin. İyi değilsen ve bunu biliyorsan şarlatansındır. İyi değilsen ve bunu bilmiyorsan şebelek… Bu anlamda kendimi, işini iyi yapan tüm diğer insanlar gibi görüyorum. Her iş gibi bizim işimizin de bir- çok zorluğu, karmaşık yanı var. Buradan ilan ediyorum, siz ne rol biçerseniz biçin, psikiyatristler, sıradan bir meslek erbabı, tabiptirler, başka hiçbir şey değil, kendileri hak etmiyorlarsa, onlara başka bir rol vermeyin. Hem hakem, hem oyuncu mu? Ne hakemi güzel kardeşim, hangi oyunun yönünü değiştirebiliriz, hangi oyuncuya ya da takıma torpil yapabiliriz ki biz. Ateş olsak ne kadar yer yakarız. En faydalı olduğumuz yerler, ruhsal rahatsızlıklardır. Bir ortopedist nasıl kırılan kemiği düzeltip oyuncuyu yeniden oyuna sokuyorsa, biz de kırılan ruhları bazen tamir edip kişinin hayat oyununa yeniden dâhil olmasını sağlayabiliriz. Ruhsal bir hastalık olmadığı halde, bize danışma ya da kendini tanıma maksadıyla galen insanlar açısından ise, olsak olsak teknik direktöre benzeriz bu hayat oyununda. İyi bir teknik direktörün de iyi bir oyuncu olması gerekmez. Terzinin kendi söküğünü dikemediği zamanlar çoktur. Ve iyi bir teknik direktör, oyunun kurallara göre ve centilmence oynanmasını; oyuncusunu galibiyet mağrurluğundan ve mağ- lubiyetin yıkımından korumaya çalışır.

*ESERLERİ:
Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Ankara, Vadi Yayınları, 1995; 2020. Varoluşun Psikiyatrisi (Psychiatry of The Existence). Ankara, Vadi Yayınları, 1997; 2021. Türk Grup Davranışı. Aşina Kitaplar, Ankara, 2006, 3. baskı. (Türkiye Yazarlar Birliği 2006 Yılın Fikir Adamı Ödülü) İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler. Aşina Kitaplar, Ankara, 2006. (Vadi Yayınları, 2020) Psikiyatri ve Felsefe . İstanbul, Hayat Yayıncılık, 2008. Felsefe ile Psikiyatri. İstanbul, Hayat Yayıncılık, 2008. Hayatın İçinde Psikiyatri. İstanbul, Hayat Yayıncılık, 2009. Türklerin Psikolojisi. İstanbul, Timaş Yayınları, 2008, (Kapı Yayınları 2018). Türklerde Liderlik ve Fanatizm. İstanbul, Timaş Yayınları, 2009, (Kapı Yayınları, 2022). Türk’ün Göçebe Ruhu. İstanbul, Timaş Yayınları, 2010, (Kapı Yayınları, 2019). Hoşçakal. İstanbul, Timaş Yayınları, 2013, (Kapı Yayınları, 2018). Hayatın Anlamı Var Mı? İstanbul, Timaş Yayınları, 2014, (Kapı Yayınları 2019). Yalnızlık ve Umut. İstanbul, Kapı Yayınları, 2020. Kalpten. İstanbul, Kapı Yay

Önceki İçerikNİHAT GENÇ
Sonraki İçerikHÜSEYİN SU