RÖPORTAJ | A.Baki AKYÜZ

Hayat esnasında genç görünenlerdensiniz, ayrıca duruşunuzda bunu tescil ediyor. Birde içinde yaşadığımız toplumun çoğunluğunu oluşturan kahvede oturanı, uyuşturucu bağımlısı, öğrencisi, rocker olanı, şucu bucusu milyonlarca genç, genç oluş te gençlik için neler söylersiniz?

-Bu sorunun cevabı aslında beynimizde dolanan pek çok sorununda cevabı aynı zamanda eğer genç olma halini, çocukluk ile orta yaşlılık arasındaki dönem olarak tanımlama kolaycılığını içimize sindirebilseydik, bir ergenlik sivilcesi-salatalık sütü formu sığlığında bu yükten kurtulabilirdik. Ama öyle sanıyorum ki genç olma yada genç kalma hali, kaygısı, arzusu hayatın en temel ve en sürekli iklimlerini sarıyor başımıza. Bu çalkantıdan olacak, ancak iş işten geçtikten sonra herkes bir gençlik tanımı yapabiliyor. Benim bütün gayretim, gençliği hiç geçmeyecek bir aşk, hiç kaçırılmayacak bir fırsat olarak tanımlama gayretidir. Eğer genç görünmeyi başarabiliyorsam, hemde bunca köhne duygular arasında, ne mutlu bana.. Gençlere gelince Bütün kişiliğine rağmen, bugünün gençleri yarının görüntüsünü getirmekteler gözlerimizin önüne. Türkiye, genç olmayı, genç düşünmeyi, genç yaşamayı pek fazla ciddiye almayan bir ülke. Bu ezikliği gençlerin gözlerinde görüyorum. Sosyal görüntüler albümümüzün hangi karesinde görünürlerse görünsünler ve karşımıza hangi kılıkta çıkmış olurlarsa olsunlar, onlara daha fazla güvenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Onlar her şeyi yeni baştan kurmak zorundalar, çünkü biz onlara dünden doğru dürüst bir şey getiremedik, öfkelerini anlayabiliyorum, karamsarlıklarını anlayabiliyorum ama umarım onlarda bütün bunların altından kalkıp yeni bir ülke inşa etmeleri gerektiği gerçeğini anlayabiliyorlardır. Çünkü ister gönüllü olsunlar, İster olmasınlar, tarih onlara böyle bir rol biçiyor. Hayatla olan ilgilerini sağlamlaştırarak doğru olduğunu düşündükleri yollarda yürümeye başlamaları lazım. Bana kalırsa Türkiye, hak ettiğinden daha iyi bir kuşakla karşı karşıya. Bütün ilgisizliklerine, bütün kolaycılıklarına ve bütün popülizmlerine rağmen onlara güvenmeyi istiyorum.

-Hatırıma gelmişken bir kaç ay evvel belki de ilk kez üniversitelerdeki kılık kıyafet dayatmasına karşı gruplar ortak eylem gerçekleştirdiler. Bu süreç yaşantılanırken ‘bizim medya’ bu öğrencileri ‘98 kuşak gençliği’ gibi benim anlamakta oldukça zorlandığım bir tanımla kamu oyunda tanıtmaya çalıştı. Gökhan Özcan bu tanımlamayı nasıl değerlendirir diye merak ediyorum.

-Aslında bu sadece bir örnek pek çok konuda benzer terim abanmaları içindeyiz. Azbuçuk yakın tarihi bilen, böyle bir benzetmenin herhangi bir mesnede dayandırılamayacağını bilir Ben bütün gayretleri hücrelerimize kadar sinen derin komplekse bağlıyorum. Hepimizde bunun işaretleri var. Eğer kendinizi reel dünyanın tanımlarıyla tanımlamaktan başka bir çıkış bulamıyorsanız, o zaman reel dünyanın bir parçası olduğunuzu da itiraf etmelisiniz. Koca koca iddiaların altında güdük söylemlerle kalkılamaz. Her fikir sahibi, o fikrinden bir dünya kurabilmelidir. Yapamıyorsa abartılı sözel böbürlenmelerden geri durmalıdır. Ben başkalarının savaşlarından beleş zaferler devşirmeyi doğru bulmuyorum. Ayrıca 68 kuşağından çıkarak bir 98 kuşağı benzetmesi yapmak; kendince bir tavır geliştiren genç insanlara da haksızlık oluyor. Yapılan direnme gösterilerini Türkiye için çok değerli buluyorum Ama onları adreslerle tanımlamak yerine 98 Türkiye’si içindeki doğru yerinde tanımaya ve isimlendirmeye çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Ama tekrar söyleyeyim bu sorun sadece ‘bizim medya’nın içine düştüğü bir söylem sorunu değil, bu bizim tarihsel derin kompleksimiz Bir itiraf edebilsek, belki de dilimiz çözülüverecek.

– Kendisi hatırlanınca (aslında hiç unutulmadı) hemen herkesin “bir güzel insan” diye andığı sevgili Cahit

Zarifoğlu’nun ardından birçok seveni değerlendirmeler yaptı. Çokları zarif insanın edebi kişiliğine, özelde şairliğine vurgu yaparken siz; “Zarifoğlu önce Müslümandır. Bir Müslüman gibi anladı hayatı ve ölümü. Şairdi, inanç yükledi şiire, şiiri yüklendi emanet kuşamıyla.” Diyerek var olan gayesini onu anlamanın ilk koşulu olarak sunuyorsunuz, (yada ben öyle anladım) Eğer doğru anladıysam bu sizin Müslüman bireyin edebiyatla ilişkisini de anlatmaya çalışır gibi, ne dersiniz?

-Tanıyanlar Zarifoğlu’nun bir derviş gibi yaşadığını söylüyorlar, ona “bir güzel insan” diyorlar. Bana kalırsa ardından böyle güzel ifadeler bırakabilen bir insanın söylediği her sözü sindirdiğine inanmak gerekir. Benim cümlelerim, Zarifoğlu’nun popüler deyişle bir ‘Müslüman şiir’ yazdığı anlamına gelmemeli. İnsanların oturup kafalarındaki teorik kurguya uygun edebi eserler ortaya çıkarabileceği ve bununda uygun olacağı şeklindeki açıklamalara inanıyorum. Ama Zarifoğlu inançlarıyla kendini güzelleştirebilen bir insandı. Şiirini, inandığı şeyleri kanıtlamak için kullanmadı. Yaşadığı yerden yazdı Ruhunun, etiyle kemiğiyle buluştuğu yerden yazdı Zarif bir insandı, iyi bir Müslüman ve iyi bir şairdi. Ona Müslüman şair demeyi gerekli bulmuyorum. Her ikiside tek başlarına kendilerine yeten anlamları olan kavramlardır: Müslüman şair Bu bağlamda, bireyin edebiyatla olan ilişkisinin hayatla olan ilişkisine yakın olduğu fikrindeyim. Şiir ve genel olarak edebiyat, bir teoriyi kurgulamanın yada çoğaltmanın aracı olamaz bana göre ama sizin hayat içindeki çıplak varlığınız yazdıklarınızda ortaya çıkacaktır. Olması gerektiği haliyle… Aradaki nüans çok önemli!…

Yazılarınızı okuyanlarla aranızda kurulan ilişkiyi mutlaka tanımlamak gerekmiyor elbette. Tüketimin hızla yaşantılandığı bir düzlemde bulunuyor olmanıza karşın yazılarınızı kesip saklayan ve zaman zaman alıp tekrar okuyan bir çok insan tanıyorum. Bu size kıvanç veriyor olmalı?

– Sanıyorum doğru kelime “kıvanç” değil. Başkalarıyla insani buluşma noktaları yakalayabilmek tatlı bir serinlik veriyor insana. Aslında ben baştan beri yazıyı binlerine hitaben yazmaktan kaçınmaya çalıştım. Bunun hem yazı, hem de onu yazan İçin son derece tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ama benim durumumda bunu izah edebilmek biraz güç. Sonuçta gazete bir kitle iletişim aracı ve ben bu tanımı oluşturan üç kelime ile de ayrı ayrı tedirginlikler yaşıyorum. Orada benim yazdıklarımı okuyan birileri olduğu bir gerçek. Ama ben bir leyi aklımdan hiç çıkarmamaya gayret ediyorum: o yazıları bende okuyorum. Yazarken, kendimi suçüstü yakalayabileceğim yalanlar, abartılar, sahtelikler ve artistlikler üretmemeye çalışıyorum. Kendimi sürekli gerçekle tehdit etmeye çalışıyorum. Ters köşe, bu anlamda üslup olarak da tüketim anlayışlarına karşı bir direnç göstermeye, onları teşhis ve teşhir etmeye hatta eriyip gitmemek kavgası, benim yazıyla ilişkimin namuslu bir çizgide gitmesi içinde veriliyor aslında. Kendimle ve yazdıklarımla yüzleşmeyi ihmal etmemeye çalışıyorum. Umarın okuyanlarda samimi bir lisanla karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardır. Onların önüne en samimi halimle çıkmaya ve yalan söylememeye çalışıyorum çünkü.

-Köşeniz her ne kadar ters ise de yeriniz edebiyat olması hasebiyle oldukça geniş bir sahada bulunuyorsunuz. Sağanakların oldukça bol olduğu bir dönemde edebiyatın saçakları altına sığınmak bir kaçış olarak değerlendirilebilir mi diye sorsam…

-Bana kalırsa edebiyat, kaçabilecek bir saçak altı olarak bakabilecek en son şeydir. Ben edebiyatı sağanaklara şemsiyesiz çıkabilme cesareti olarak görüyorum. Nedense, edebi çabayı, toplumun yaşayageldiği çalkantılardan uzak ve güvenlikli bir bölge olarak tanımlamak gibi bir zihinsel alışkanlık var ülkemizde. Ama edebiyatçılara yakından bakanlar,, toplumların aldığı her yaranın kaydını edebiyatçıların tuttuğunu görebilirler. İdeologlar, felsefeciler, sosyal bilimciler, siyasetçiler hayata dışarıdan bakabilme soğukkanlılığını gösterebilirler. Ama edebiyat hayatı en orta yerinden ve en derinden yaşama cesaretidir. Bunun istisnası olanlar varsa, onlar konumuzun da dışındadırlar. Sezai Karakoç’u, Octavio Paz’ı, Oğuz Atay’ı ya da Kafka’yı bir saçağın altında düşünebiliyorsanız; ben yanlarına sığınmayı şerefle kabul ederim. Edebiyat sağanakların hiç kesilmediği bir ülkedir. Edebiyatçılar yere tek bir yağmur tanesinin düşmediği iklimlerde de sürekli sağanak altındadırlar. Öyle olmayabilseydi, yazı yamayı bırakıp önlerine çıkan ilk dolmuşa atlayıp, hayatın kaygısız muhitlerine kestirmeden ulaşabilirlerdi.

-Bizce çok şeye yarıyorsa da sizce neye yarar yazdıklarınız?

-İnsanın yazdıklarını tanımlamaya kalkışmasını, ona bir rol, bir değer biçmesini çok gerekli görmüyorum. Öncelikle yazıyı yazmak benim yapmadan duramayacağım bir şey. Oturup sadece edebiyat çerçevesinin içinde gelen şeyler yazabilmeyi tercih ederim.

Ama gazete yazmak – ben sonuna kadar direniyor olsam da – bir parça bu imkanı elinizden alıyor. Umarım söylediğiniz gibi binlerinin işine yarayan yazılar çıkıyordur sonuçta ortaya. Okuyanların yazılarımdan bir şeyler alıp almadıklarını, alıyorsa ne aldıklarını tartışmanın benim yapmam gereken bir iş olduğunu sanıyorum.

  • Neler oluyor bu topraklarda ve siz neredesiniz?

-Neler olduğu sorusuna doğru dürüst bir cevap verebilecek durumda değilim. Aslında cevap verme cesaretini gösterenler de verdikleri cevaplarla soruları çoğaltmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Absürd ve vahşi buluyorum olan biteni. Herkes gibi bende çok sıkıldım. Ama oluyor ve yaşanıyor. Koca koca laflar etmenin alemi yok. Akıl sahiplerini seyretmek zorunda kaldığı bir çılgınlıktır gidiyor. Soğukkanlı olup esas duruş’u bozmamak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü böyle zamanlarda insanın nerede durduğundan daha önemli olan şey nasıl durduğudur. Bu çılgınlığın bir parçası olmamaya ve bu döneme ait fotoğraflarda başı dik görünmeye çalışıyorum.

– Bilge Kral düşünce yüreğime ‘hiçbir okyanus olamaz Bir mücahidin yüzündeki çizgilerden daha derin’ dizeleri aklıma gelir. Bir yazınızdan Aliya’ya olan muhabbetinizi biliyorum. Peki neden bu topraklarda yüzüne bakmaktan haya edeceğimiz güzel insanlar yetişmiyor. Yoksa hipermetrobik bir hastalığımız mı söz konusu.

-Yukarıda bu topraklarda yetişen ‘bir güzel adam’dan söz etmiştik. Bunun toprağın neredeliğiyle bir ilgisi yok. Birilerinin ‘güzel adamlığını takdir edebilme yeteneğine sahip olmakta benim içimi serinletmiyor. Aliya işini namuslu bir kundura tamircisi sadeliğiyle yapabilen bir devlet başkanı. Onu bunun için seviyorum. Sahici bir insan. Yüreği yüzüne yansıyor. Ama iyi bir insan olabilmek hedefi hepimizin önünde durmalı. Yoksa aramızdan kahramanlar çıkararak kendi hayatlarımızdaki erdem yoksulluğunu kapatamayız

-İstanbul gibi durup Ankara gibi yaşayan bir şehirde bulunmaktansa Ankara’da yaşamayı tercih ediyorsunuz. Bizim buralara ise Taşra diyorlar. Denize nazır bir Karadeniz akşamında çay ve sigara muhabbetine ne dersiniz?

– Güzel bir fikre benziyor. Ama çok sık seyahate çıkamıyorum. Daktilo bağımlılığım ve gazetenin yazı trafiği nedeniyle çok fazla Ankara’dan ayrılamıyorum. Ama kısmet, belki bir gün bu işi yaparız. Kulağa hoş geliyor doğrusu.
Selamlar…

Önceki İçerikMEHMET EFE
Sonraki İçerikFİKRET BAŞKAYA