Eskiler “şerefül-mekân bil-mekin” (Bir mekânın şerefi/değeri, orada oturanlarla birliktedir) derler. Güzel insanlarla birlikte olamıyorsan anlamı yok; ne o şehrin, ne o mekânın. Şükür bizim böyle mekânlarımız da var dostlarımız da. İşte o mekan dostlarımızdan biri Mehmet Aycı. Birikimi Türkiye’ye yön verecek nitelikte. Dönemin en üretken yazarlarından. Hayatın tam ortasında durur, bütün seslere kulak verir ve değerli olanı asla kaçırmaz. Çocukken amcasından dinlediklerinden tutunda, basılı olan her evraka, her imge her simgeye kulak kesilen bir zekâ. Bütün yönleriyle bir olayı anlama çabası takdire şayan, lehte aleyhte yazılanlar ve kişinin yazdıklarının tamamını okumadan o kişi hakkında biliyorum demeyen, bir şair, yazar, denemeci, portre yazarı ve öykücü. Onu fazlasıyla sahaflarda görebilirsiniz çünkü uslanmaz kitap ve arşiv sevdalısıdır. Tevazu ve duruş sahibidir. 1971 Saimbeyli doğumludur. Elliden fazla eseri* yanında, “Yılın En İyi Deneme Yazarı” ödülü sahibi. İkinci üniversite olarak antropoloji okuyor. Az uyuyor, çokça da yazıyor.

Çocuktum. Oltayla balık tutuyorum acemice. Tabi ki olta karışıyor ve çektikçe kördüğüm oluyor. Koparman lazım, o daha bü- yük bela. Yağdan kıl çeker gibi balık tutan yanımdaki amca dedi ki; “bak delikanlı, çektikçe kördüğüm olur, yanlara doğru açıp halkaları büyüteceksin ve bu halka boşluklarından işte böyle kancayı geçirip çözeceksin”. Mehmet Aycı denilince bu olayı hatırlarım hep; kördüğüm olmuş her konuyu yanlara geniş halkalar şeklinde naifçe açan bir yazar. Otopsi yapmaz, kan revan olmaz konu, narince zihninize geniş masajlar yapılır, rahatlarsınız. Ama kendisi rahatsız bir adamdır çünkü şairdir. Mehmet Aycı nelerden rahatsızdır?

Çağrışım işte, zor yazdığını, kâğıdı ameliyat yapılacak bir beden olarak gördüğünü söylüyor Foucault bir söyleşisinde. Nasıl yazarsanız öyle yaşarsınız. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl yaşarsanız öyle yazarsınız. Yazdıklarınız ne kadar kurgusal, ne kadar kuramsal olursa olsun hayatınızdan bağımsız değil. Siz yanılsama olarak bağımsız diye düşünseniz bile değil. Gündelik işlerinizle zihinsel “ağır” işleriniz de bağımsız değil birbirinden. Hayatın olanca karmaşıklığı, olanca zorluğu, olanca çekilmezliği sadelik donuna, gülümseme donuna büründüğü zaman çekilir oluyor. Şikâyet edecek, yazıklanacak o kadar çok şey var ki, istesek, bir seçim olarak evet istesek, her uyanık kaldığımız süreyi sürekli yazıklanarak, mızmızlanarak, asık suratlı olarak geçirebiliriz. O zaman önce kendimizi kendimize çekilmez yaparız, sonra çocuğumuzdan, eşimizden baş- layarak dokunduğumuz her insanı, her eşyayı çekilmez kılarız. Bu bardak niye böyle duruyor. Mutfakta karınca var. Kapıcı katı iyi silmemiş. Çok mu sıradan oldu? Değil işte. Hem sıradan hem değil. Otopsi dediniz de onu Adli Tıp Kurumu yapıyor, hekimler yapıyor. Onlar da iyi yapsın otopsilerini. Ayakkabı tamircisi ayakkabıyı iyi tamir etsin, terzi söküğü iyi diksin, herkes işini iyi yapsın bütün mesele bu. Ben de yeteneğim ölçüsünde, kapasitem ve ufkum ölçüsünde işimi iyi yapayım. İşinizi iyi yapıyorsanız ahlaklısınız ve yaralı parmağa işiyorsanız iyisiniz. Yoksa ölüp gideceğiz. Yeterince düğüm var zaten. Varlığınızla düğüm olmaya yahut yaptıkları- nızla hayatı kördüğüm etmeye gerek yok. Gerek var diyorsanız da âlâ, en fazla nefesiniz yettiği kadar düğüm atarsınız. O da sayılı zaten. Kördüğüm olmuş konuları çözdüğüme dair yargınız biraz abartı. İşimi yapıyorum. Sokağı kütüphaneden, kütüphaneyi sokaktan farklı görmüyorum. Telefonumda cevapsız çağrı bulunmuyor. Çalılıkları, zeytinlikleri dolanmıyorum. Hepsi bu aslında… Böyle olunca yazı da sade oluyor, yaşadığınız hayat gibi sade… Sıradan değil. Neden rahatsız olduğuma gelince, bundan size ne? Mesela bu sorudan rahatsız oldum. Bakın, şöyle: Kızılay’da az önce beş lira isteyen bir dilenciye beş lira vermişsiniz. Yarım saat sonra, bir kafede oturuyorsunuz, sadece beş liraya ihtiyacı olan o kadın yine aynı dille beş lira istiyor. Kızım, sen az önce de aynı ağızı konuştun, hadi işine mi diyelim. Duymazlıktan mı gelelim. Mesela masanızdan kalkıp, kenara çekip, kardeş, ben seni tanıyorum sen de beni tanı lütfen diyebilirsiniz. Varsa beş lira daha verip, ona usturuplu, üsluplu dilenmenin yollarına dair bir şeyler söyleyebilirsiniz. İncitmeden. Kırmadan. Her yerde insan var. Her yerde ayrı bir dünya var. Her insanda ayrı bir dünya var aslında… O kadar çok sağaltan, onaran bakış buluruz ki insanlarda, bul bul bitmez. Allah iyilerle karşılaştırsın tabii. En kötümüzde bile bir şeyler var dünyayı yaşanılır kılmak için. Bazen çok ümitsizliğe düştüğüm oluyor, işte Suriye diye bir ülke kalmadı, insanlık tarihine tanımlanması yürek yakan acılar kaydedildi. Arakan’da insanlar diri diri yakılıyor. Bazen haberdar olmamak gibisi yok diyorsunuz. Belli etmiyorsunuz kimseye içinizdeki kıymık ormanlarını, benzin dökülen tuz ocaklarını, kanınızın bütün sinelerinize çarpan, çarptıkça ayaklarınızın yürürken beyninize bastığı o acılı saatleri. Birden aynı anda hem eş, hem baba, hem arkadaş, hem iş arkadaşı, hem bilmem ne oluyorsunuz. Bir tiyatro bu… İyi oynasanız da kötü oynasanız da öleceksiniz. İçinizde melekler, meleksi yaratıklar, duygular, kalbiniz, gönlünüz, koro halinde iyi oyna kardeş, iyi oyna diyor. İyi oynamaya çalı- şıyorsunuz. Onları mahcup etmemek için. Kalbiniz mahcup olursa zaten başlıyor çürümeniz. Ya da mutmain oluyor diye kandırıyorsunuz kendinizi. Olamıyorsunuz da tabii… Eee, sütü damlayan dervişiz her birimiz. O bilekler, o parmaklar dayanılmaz güzel. Dayanılmaz bir çekiciliği var dünyanın. Cenneti dünyadan anlıyorsunuz, aksileştirerek. Böyle düşünü- yorum. Yoksa of yandım anam, cehenneme tersinden övgüler düzerek, aman dokunma yanarsın, aman zebaniler var, aman şu aman bu, aklınızda cehennemle dolaşırsanız dünyanız da cehennem oluyor. Dünyamız cennet olmaz zaten. İstesek de olmaz. Düşülen bir yer çünkü. Kimseye zulmetmeden ve kimseyi kendimize zulmettirmeden bir hayat yaşamaya çalışıyor muyuz, bütün mesele bu. Kördüğüm cehennemsi bir şey çünkü… Dişiniz yerinden oynayacak, ip parmağınıza oturacak sesinizi çıkarmayacaksınız. Şikâyet yok.

Bir kutlu söz Mekke sokaklarında şöyle yankılandı; “bi eyyi zenbin kutilet” o küçücük günahsız bedenler ve yaşamın baharında toprağa diri diri gömülen kız çocukları Hangi suçtan dolayı öldürüldüler? Diye sorulduğu zaman… Aradan 15 asır geçti. Bugün günde 22 bin çocuk ölüyor, önlenebilir sebeplerden dolayı ve bunlar 5 yaşın altında…165 milyon çocuk yetim bugün. Nerde bir çocuk istismar ediliyorsa oraya ilk ulaşan yardım kuruluşları değil, çocuklar üzerine titreyen! Uluslararası çocuk haklarında mangalda kül bırakmayan devletler ve onların çok değerli yardım kuruluşları hiç değil, peki kimler? İlk gidenler organ mafyası, çocuk tacirleri, insan kaçakçıları, insan kasapları… Şiir estetiği ve inceliği olmadan hayatı ve kutsalı yorumlamanın getirdiği handikaplar var.

Dünya acılar yurdu. O on beş asrı on beş asır daha geri sarın bu acılar yine vardı. Yine var olacak. Maalesef olacak. Kardeşimizi öldürdük. Habil’i yani. Habil’i öldürme tıynetinde olan insanlık var olduğu günden bu yana çocuk öldürüyor. Çocuk ölüleri koleksiyoncusu medeniyetler mezarlığı yeryüzü. Çocuklar öldü, çocuklar ölüyor, çocuklar ölmesin demenin bir dilsel karşılığı var elbette. Bu sözden daha değerlisi şu: Bir yetim besliyor musunuz evinizde yahut babaları ve ağabeyleri diri diri toprağa gömülmüş bir aileye bakıyor musunuz üç beş arkadaş aranızda harçlık toplayıp. Şiiri yazılıyor zaten, şiirini yazdım işim bitti, oh ne steril alan, hepimiz şiirini yazalım, çocuklar ölmeye devam etsin. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir arkadaş vardı, tanırsınız, çocuklarıyla mekan işletiyor, mekan zar zor ayakta duruyor, romantik İslamcıların uğradığı mekan, kapıda IHH kurban afişi var, nereye kurban, Afrika’ya, adamın yetişkin iki çocuğu var, evinde kurban kesemiyor, evinde kurban kesemeyeceklere yedi kurban yükledi birileri, Pensilvanya’da yağla balla besleniyor, diğerleri evinde kurban kesemeyen adama Afrika’ya kurban yardımı astırıyor, o çocuklar da zihinsel olarak, gönül olarak kurban oluyor. Yemişim şiirini, estetiğini. Alt katınızdaki komşunuzdan başlayarak açılırsanız hayata bunun bir anlamı, bir karşılığı var. Gâvurlar insan ölümlerinden, çocuk ölümlerinden bir gelecek inşası tasavvur ediyorlar. Onların bu tasavvurlarını ifşa etmenin yaraya merhem olmadığını söylemek durumundayız. İşin tuhafı onların böyle bir ifşadan rahatsızlıkları da yok. Hatta şiiri bile yazılsın istiyorlar. Hakkını yemeyelim, Türkiye dünya devletleri içerisinde, devletiyle milletiyle bigâne kalmayan tek yer. Ulaşabildiği kadar çok mazluma, mağ- dura ulaşmaya çalıyor. Siz diş yarasını sağaltırken, başka bir yerde vahşiler yine çocuk katliamı yapıyorlar. Onlar gâvurluklarını yapacaklar, siz de elinizden geleni yapacaksınız. Kabil’i birlikte öldürdünüz çünkü.

Şüphesiz cumhuriyet dönemi en büyük şairlerinden “esersiz şair” Bürokrat ve milletvekili Yahya kemal üzerine son dönemde onlarca eser okuduğunuzu biliyorum. Yahya Kemal bu toprağın insanı için ne anlam ifade ediyor.

Ne anlam ifade ediyor bilmiyorum. Ancak Yahya Kemal, bizim kim olduğumuzu, nasıl olduğumuzu, nerede durduğumuzu layıkıyla kavrayan ilk Müslüman aydın. Esersiz de değil ayrıca.

Fransa’da kaldı. Fransız edebiyatçılarından etkilendi. Bir ara Nev-Yunanî bir şiirin peşine düştü. Arapça ve Farsça’sını geliştirdi. Divan şiiri üzerinde yoğunlaştı. Tarih ve Edebiyat dersleri okuttu. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Tedavi için Paris’e gitti. Bir yıl sonra da öldü.(kayıtlar böyle) Buna rağmen Türk Kültür ve medeniyetinin şairidir. Sanatta ve edebiyatta millî ve yerli olmak nasıl bir şey; “Ne harabî ne harabâtiyim/ Kökü mazide bir âtiyim” Bir medeniyet inşası için köklerimize bakış anlamında neler söylenebilir?

Bu söylediğiniz bilgilerin hiç birisi doğru değil. Fransa’da kalırken de Türkiye’de kaldı. Peşine düşmedi, anlamaya ve oradan bir şey çıkarabilir miyim diye kafa yordu. Divan şiiri üzerine yoğunlaşmadı; Türk şiirini bir bütün olarak kabul etti, öğrendi, ayıkladı, kendi şiirini söyledi. Tarih ve edebiyat dersleri okutmadı, tarihi ve edebiyatı talebeleriyle birlikte hiç kimsenin okumadığı, ufkunun yetmediği bir ölçekte okudu; gazete ve dergilerde yazılar yazmadı, söylenmesi gerekeni, söylenmesi gereken zamanda ve dozunda söyledi. Köklere dönülmez. Dönerseniz kökte ya- şarsınız. Bir kökü olduğunuzun farkına varırsanız bir kökünüz olmuş olur. Yahya Kemal’in söylediği tam da bu.

Şüphesiz bu büyük şairin bazı edebiyatçılar hakkında;” Ahmet HAŞİM “şiirden ne anlar”… Nazım HİKMET “şair değildir”… Halit ZİYA “hiçbir şey değildir”…Said FAİK “çok şişirildi”… Oktay RIFAT da, Orhan VELİ de “cahil ve geri kimseler”dir. Namık Kemal’e “nutukçu Kemal Bey”, Cenap Şahabettin’de “yenilik yok”, Fikret ise “şiiri nesre tahvil etmekte”… dediği rivayet ediliyor. Neyin karşılığı bu sözler, şairin derdi nedir burada?

Bunlar magazin şeyler. Mina Urgan’ın ruhu cevap versin bunlara. Onun da ruhunun da şahitliği kabul edilmez. Yahya Kemal’in hiçbir zaman meselesi bunlar olmadı. O şiirinin peşine düştü, şiirini kurdu, omurgalı olarak, t..şaklarını rejime vermeden, kendi gök kubbemize bir hoş seda bırakarak aramızdan ayrıldı. Bugün Yahya Kemal’i hafifletmek için yukarıdaki dedi kodular üzerinden Yahya Kemal okuyanların tamamının şaire minnet borcu vardır. Cumhuriyet Dönemi Türk şiiri bir sıçrama yapmışsa bunda Yahya Kemal’in elini taşın altına koyması var. Hiçbir şey yazmasaydı Tanpınar yeterdi. Yahya Kemal’i en iyi anlayan kişi Sezai Karakoç… İsmet Özel de “Türklük” meselesini Yahya Kemal’den aldı, hem nerden aldığını saklıyor, hem de nankörlük edip arada bir Yahya Kemal’e çakıyor. Yakışır artistimize…

Konu Yahya Kemal’den açılmışken Şairin muhalif bir duru- şu olmalı değil mi? Mesela “Memur’dan şair olmaz” görüşüne ne dersiniz?

Muhalif zaten… Bir defa yazdıklarıyla muhalif. Onun yaşam tarzını vitrine koyarsanız adamın muhalif olduğunu bile anlayamazsınız. Rejime şiir mi yazdı? Yahya Kemal’in üniversiteye mensubiyeti, vekilliği, elçiliği, hiç birisi sizin kafanızdaki memuriyet tanımına uymaz. Konuyu uzatmamak için şunu söyleyeyim sadece, bunlar şair için lütuf bile değildir. Olmasa da olurdu. Bir karşılığı yok onda. Derdi bunlar değil yani. Bunların hiçbirisi Yahya Kemal’in kimliğini inşa etmedi. Aşındırmadı da.

Bosna’dan Keşmir’e, Kırım’dan Cezayir’e, Ruanda’dan Suriye’ye Filistin’den Irak’a velhasıl daha çok İslam coğrafyası kan gölüne dönmüş. Dünyada olup bitenler, “oluyor ve bitiyor” Çağını anlamak, çağını kayda geçirmek bir sanatçının ilk görevlerinden biridir’i geçtik, bir insan olarak “Muhayyilemizi dolduran yapay göstergelerle, kendimize ait bir yaşam felsefesi kurabilir miyiz?

Kendimize ait bir hayatımız olduğunda konuşalım bunları… Çitin dı- şından bahçe çapalanmıyor çünkü.

“Çocuklar Allah’ın bize emanetidir ve çocuklara hürmet etmeyen bizden değildir” diyen bir peygamberin; “izinin tozuna yüz sürme” üzerine naatlar yazan ümmeti, belki de Horasan erenlerindeki ruh dinginliğini kaybedişimizin bizdeki savrulmalarının nedeni, “çocuğun tozunu attırmanın eşiğinde” oluşturduğu toplumda; en çok istismara uğrayan çocuklara; ‘Nasreddin Hoca’dan Çocuklara Seçme Fıkralar’ı çıkarttınız. Niçin? Bir de çocuklarımı- zın karne aldıkları bir zamanda başında “MİLLİ” olan eğitimimize bir karne verir misiniz?

Tarih kitabını Halil İnalcık, Bilim Tarihini İhsan Fazlıoğlu yahut Fuat Sezgin, Fen Dersleri Kitaplarını Aziz Sancar yazdığı gün pekiyi vereceğim, söz.

“Mesafe Ayarı” adlı kitabınızın kapağı geliyor gözümün önü- ne; Pergelin bir ayağı bu topraklara basarken diğeri dünyayı dola- şıyor. Bu toprakların ayarı nedir? Tabi ki Yerli/Evrensel ayarları- mız da…

Bu topraklar derken… Şöyle bir yolculuk düşünün. Bilinen eski dünyanın her karış toprağına ayak basmışsınız, Bozkır, Çin, Hint, Pers, Arap-İslam, Mısır uygarlıklarıyla tanışmışsınız. Doğu Roma’ya son vermişsiniz. Bu muazzam coğrafyadaki kültürlerle, ara kültürlerle alış verişte bulunmuşsunuz. Dünyanın en zengin gen havzasına, en zengin mutfağı- na, en zengin kültürel birikimine sahip, el içine çıkmış, bir dönem yasa zoruyla misak-ı milli sınırları içine hapsedilen, öyleyken bile Hiroşima’ya, Latin Amerika’ya şiirler yazan bir milletten bahsediyorsunuz. Amerika’nın sonu gelecek kardeşlerim, biz Türkler kendimizi biliyoruz; kapitalizmin canı cehenneme. Alttaki hamile komşunun halısını yıkamaya, yemeğini yapmaya, her doğumda sevinmeye devam. Düğünlerde davula dönelim yeniden. Yeniden dilimize, dilimizin müziğine, yeniden atlarımıza dönelim. O zaman başka bir dünya olacak. IMF olmayacak. BM olmayacak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmayacak. O zaman NATO olmayacak. O zaman…

Hiçbir derginin yazarı değilsiniz, fakat bütün dergilerin yazarısınız. İkiyüze yakın dergide yazdınız. Deneme -İnceleme – Araş- tırma -Antoloji -Portre: 1990 – 2015 arasında otuzdan Fazla kitap yazdınız. Zamanı nasıl kullanıyorsunuz? Nedir bu kadar üretken olmanın sırrı. Gençlere bu konuda sır vermek isterseniz ne dersiniz?

Ben üretken değilim aslında. Benim üretken olduğumu söyleyen arkadaşlar tembel. Sistemli çalışıyorum, kendime ait bir odam var, uykuyu her gün birkaç saat az uyuyorum, o kadar.

Teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim

*ESERLERİ:
Şiir: Mor Kitap, Aşk Bir Deniz Rüyası, Yakı, Derin, Bağdat Kitabı, Dil Gölgesi, Bunlar Yazmaz Kitapta, Yalnızlık Vergisi, Aramadığım Günler, Muhtasar Türkiye Tarihi, Mesafe Ayarı, Zeliha’nın Ön Dişi, Portakal Kuşlar, Yağmurlu Perçem, Yokluk Güzel Yalnızlık İyi, Atlar Göçebe, Pazartesi Ayini, Toy, Bağ, Kelebekler Düş Görmeye Devam Ediyor.

Deneme: Serkisof Ahbabım Olur, Mürekkep Ten, Zehirli Ağaçlar Albümü, Kahvede Kürt Var mı? Bunların Hepsini Okudun mu? Şirazlı Bir Türk Dilber, Biblo, Sonrası Şimendifer, Çarşaftan Kol Atmak, Şehir Mektupları, Bir Fırtına Tuttu Bizi, Otuz kuş/Kuşların iyilikleri.
İnceleme Araştırma: Nasreddin Hoca, Demiryoluna Hızlandırılmış İnfaz, Nasrettin Hoca Fıkraları, Nasıl Bir Kentin Lanetlisi Oldum?
Antoloji: İçinden Tren Geçen Şiirler (‘Mehmet Saim Değirmenci’ adıyla)
Portre: İki Yüz, Böyle Biliriz, Benzemez Kimse Sana/Bir Erdoğan Portresi, Melami/Bir Neyzen Tevfik Portresi
Derleme: Uçtu Ördek Viran Kaldı Gölümüz

Önceki İçerikARİF AY
Sonraki İçerikFERHAT KALENDER