*Resim: Osmanlı Ordusu’nun Çanakkale Savaşlarında altında savaştığı sancaklardan biri

    Biz Müslümanlar, yeryüzünün her bir yerine dağılmadan önce dört söz üzere ahitleştik. Birincisi lailaheillallah, ikinci selamünaleyküm, üçüncüsü inşallah, dördüncüsü elhamdülillah. Bu dört cümle bizim simyamızı oluşturdu. Kimyamızın koşulsuz terkibi oldu. Üzerinde böyle bir kimliği taşıyanlar insanlığa şunu söylediler. Yalnızca Allah’a bağlı kalarak bütün köleleştirici unsurlardan kurtulabilir ve dünyaya yaratılmışlığınızın doğal sonucu olarak özgür varlıklar asaletiyle ile bakabilirsiniz. İradenizi, iradesi tükenmekte olan kim ve ne varsa ona teslim etmekten öte, sonsuzluğun berrak iklimiyle buluşturursanız insan olmaklığın enginliğini yaşayabilirsiniz. Yaratanınızla ile aranıza konan hangi ve ne tür engel var ise bilin ki insanlığınıza doğrudan saldırıyı içermektedir. Allah tarihin hiçbir döneminde yarattığını başıboş ve yalnız bırakmış değildir. İçlerinden seçtiği ve örneklik olsun diye görevlendirdiği ve kendileri de bir ölümlü olan uyarıcıları yoluyla ulaştırdığı mesajların da tek gayesi buydu. İnsan olmak bayrağını mizan ve iz’an burçlarında dalgalandırmak. Allah’tan başka her tür ilahı reddetmek böyle bir şeydi. Son uyarıcının dilinden ilk döküldüğünde yapay ilahların sahte düzenleri irkildi. Kesif, kesintisiz net bir çağrıydı bu. Türlü kutsalların gölgesine gizlenerek düzenlerini sürdürmeye çalışanların üzerindeki örtüyü çekip alıyordu. Sırma örtülerin altındaki gerçek o kadar çıplak, zavallı ve aptalcaydı ki sıradan insanların söylediği bir cümlenin kudretinde çöl kumulu gibi kaybolup gidiyordu. Bu söze karşılık gelecek türlü sözler geveledikleri, en şaşalı söz ehlini devreye koydukları halde dilleri dolaşıyor, gözleri çaresizliğin verdiği kinle kısılmış olarak debeleniyorlardı. Nereye çarpsa Allah ile insan arasına konulmaya çalışılan her engeli tarumar ediyordu. Böyle başladı Müslümanlar. Kendilerine reva görülen her acıya gösterdikleri tahammül, kudretin kime yaslanarak kimin elinde olarak yeryüzüne istikamet vereceğini gösteriyordu. Bilindiklerinde, biliştiklerinde ve yeniden kardeş olduklarında aralarında yayılan başka bir söz kristal bir nişane gibi onlara örnek bir topluluk olarak hiza verdi: Selamünaleyküm. Allah’ın üzerlerindeki elin bereketini paylaşmayı öngörüyordu. Bu söz kimin dilinden dökülüyorsa o, barışın muhkem kalesi olarak görülürdü. Ona sığınan Allah’a sığınmış gibi esenlik içinde yaşabilirdi. Bu sözü söyleyene sığınan, kendisine söylenen bu sözün sahibine emanet olduğunu bilirdi. Nefsini kardeşine tercih etmek böyle oluyordu. Birkaç çöl insanına irite gözlerle bakan güç sahiplerinin, nasıl oluyor bu demeleri bundandı. Nasıl oluyordu? Sırtı boydan boya kara kırbacın izleriyle karmakarışık zenci bir adam bu kadar berrak bir akılla nasıl bakabiliyordu? Verdiği selam bu kadar kuşatıcı, ferahlatıcı, yürek açıcı etki yapabiliyor, cezbedici olabiliyordu. Ya da yoldaşı olduğu adam, yani kendini kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olarak tanımlayan bir adam bu cümleyi söylediğinde, muhatapları her şeyi bir anda bir tarafa bırakıp nasıl dikkat kesilebiliyorlardı? Vahşeti ve kiri bir kader gibi insanlığın boynuna asanlar, sözlerine barış ve esenlik ile başlayan ve böylece kurulu köhne düzeni baştan reddeden bu adamlara ne söyleyebilirlerdi? İrkildiler elbette, şaşırdılar, öfkelendiler. Sulhun ve sükûnetin ipini kesmek için olmadık işlere girdiler. Ama olmadı. Selamünaleyküm dediler, sizlere lailaheillallah ile kavuştuğumuz insanlığı hatırlatmaya geldik.

   Kapkara bir bahçede uyandığımızdan beri beleğimize kazınan bir söz. Her tökezlediğimizde ya da bir an dalsak, kendimizi bayındır bahçelerin işvesine kaptırsak ve peşimizi bırakmayan unutuşları unutsak gitsek, bir terennüm bu, Allah’ın izni ve keremiyle yüzleşirdik. Ah yoksulu, yolda kalmışı ve her kim olursa olsun mazlumu ellerimizle mamur kılmanın şerefini aramak yordamıdır inşallah. Bildik, bilerek iman ettik, takdir olunmadığında muktedir kalmak ya da yol ve yordam bilmez iken veya ıssız vadilerde başıboş dolaşır iken kutlu inayet üzere yeniden yola koyulmak yazgısı. Tecelli her şeyden önce. Devasa surların, yüce sarayların karşısında eğilmeden-bükülmeden, topraktan gelip toprağın terbiyesinden geçmenin bilincini cümle halimizin başına kazımak. Ceğizlerin, cağızların kibrini Allah dilemedikçe dileyecek olan da kimdir diyerek bir nefeste ayaklar altına almanın sükûneti biraz da. Ukala tiranların siz de kim oluyorsunuz türü hadsiz tehditlerine ve aşağılayıcı söylemlerine, Allah’ın izni ile Müslümanlardanız ve yapıp ettiklerinizle

çağırdığınız ecelinizin ipini kesecek olanlarız demenin keremi. Kim olduğumuzu, kime neden ait olduğumuzu bilmenin erdemi. Bir okyanustan diğerine uzanan uçsuz bucaksız topraklardan geçerken üzerimize sinen kutlu sözlerin ulaştığımız her yere bıraktığı rahiya. Yüzlerce yılı devirsek de baki kalan hoş bir sedadır, nesilden nesile bir yer altı ırmağı gibi yürüyen irade. Ki geçmişi ve geleceği elinde bulunduran iradede mukim. Ki sözün boynumuza astığı sırlı gerdanlık: İnşallah demeden hiçbir şeyi yarın yapacağım deme! Dahi böyle.

Kutsal kitaplardan süzülen hakikatin, dokunduğu insanda aldığı şemail. Arı duru bir çağrının nice az topluluğa, tekebbür karşısında sunduğu direngenlik. Hamdına ram olarak, olmakta olan, olacak olan her şeyi Allah’tan bilmek. Yeryüzünün tutunduğu ve dahi deryaların kudretini teselli ettiği ulu dağlarda yankılanan adanmışlık. Bu kavil üzere iz sürenlerin muradıdır bu. Minik bir avuca sığdırılmış küçük bir taşın kerameti, susuzluğun kıyametinde gösterdikleri sabra karşılık gelen özgürlüktü. Elhamdülillah nimeti bahşedene. Yüzümüzü paslı suretlerden ayırıp aydınlık kılana. Her zerrenin tespihinde dünyayı dolaşan ahenge hadim olarak mırıldandığımız zikire: Başı ve sonu elhamdülillah. Önümüz arkamız elhamdülillah. Sağımız solumuz elhamdülillah. Doğumuz batımız elhamdülillah. Aklımız kalbimiz elhamdülillah. Öfkemiz sükunetimiz elhamdülillah. Açlığımız tokluğumuz elhamdülillah. Yenilgimiz zaferimiz elhamdülillah.

Bunun içindi ki Maveraunnehr’e çarpan sesin Anadolu’nun bakir topraklarında karşılık bulduğunda, çöl gibi sonsuz ve direngen bir varoluş çağrısına yoldaşlık etti. Ya da Uzak Asya’nın ruhuna sokulan veya Afrika’nın kara bahtını inanç şafağına dönüştürüp onaran bitmek tükenmez soluk, kuzeyin soğuk ve netameli topraklarında yol aldığında Endülüs gibi bir cenneti insanlığa armağan etti. Yalnızca iyilik yapanların muradına düşecek olan nedir, sorusuna erdemli bir cevaptı bu. Allah’tan başkasına boyun eğmenin zilleti karanlık çağlar gibi yeryüzünde hükümferma olmaya başladığında, kutlu bir selam ile giriyorduk zamanın ve coğrafyanın damarlarına. İnsanlığın zulmetten kangrene meyyal arzularına Allah’ın izniyle vurulacak neşter, yüreğimizde taşıdığımız sırla mukimdi. O sırrın esası her bir coğrafyadan kopup gelen adalet ve asalet arzularının ayağa kaldırdığı yeniden terkip bir sedada gizli; Anadolu ahvalimiz dedik, elhamdülillah. Ki bütün hamdlar ve şükürler yalnızca O’na mahsus ki; Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.

Önceki İçerikBu Siyonizm Bu Kadar Güçlü Mü?
Sonraki İçerikDerviş Hünerini Yitirdik