“İşi adaletle yap, buna gayret et. Hiç bir zaman zulüm etme. Gönlünü ve dilini doğru tut! Halka faydalı ol, onlara zarar verme! İyi hareket et, kötülerin zararlarını ortadan kaldır! Başkasının zararını isteme, kendin de zarar verme. Hangi işe girersen, önce sonunu düşün. Sonu düşünülmeyen işler, insana zarar getirir. İnsan nadir değil, insanlık nadirdir. İnsan az değil, doğruluk azdır. İnsana insanlığı nispetinde mukabelede bulun. Böyle mukabelede bulunduğu için, insana insan adı verilmiştir. Kimin sana biraz emeği geçerse, sen ona karşılık daha fazlasını yap. “
Yusuf Has Hacib

     Evet son yüzyıl yalnızca canımıza değil, aklımıza da okudular. Doğrudur, derviş hünerini yitirdik. Nesillerimize dadandılar, tedrisatımız hilebazların çelik çomak arenası haline getirildi. Küresel şeytanlarla iş tutan bedbahtlar, tasarlanmış zamana ve mekana sığdırabilecekleri bir millet var etmek için ellerinden gelen her türlü hileyi yaptılar. Piyasa denen bu çarkın sünepeleştirdiği bir toplum icat edilerek, bizi, kendimiz olarak dik tutan her değer anlamsız hale getirildi. Doğruları dillendiren kim ve kimler varsa şarlatanların zehirli kelimeleri ile derdest edildi. Dünün yalanları ile birbirinin gözünü çıkaranlar, bu günün yalanları ile birbirinin ruhlarına kezzap döker hale geldiler. Dünün fitnesi asabiyet iken bu günün fitnesi bizzat dinlerinden anlamak istedikleri oldu. Göz görmez, ruh hissetmez ise dilin söylediğinin ne anlamı olabilirdi ki? Kim cümleleri eğip büküyor ve kim kelimelerle itibar cellatlığına soyunuyor ise muteber öncüler olarak vitrin yapıldı. Din adına konuşanların birbirlerine karşı takındıkları ilkesizlik ve düzeysizlik, konjonktürün kör metaforuna teslim olan kifayetsiz kişilikler ortaya çıkardı. Bu topraklar hiç olmadığı kadar bağnaz tarafgirlikler belasına bulaştırıldı. Ve elbette ki sözün namusu lafazanların vehim ve mugalata kulelerinde kirletilmeye çalışıldı.

     Karamsarlığa düşecek halimiz yok elbette: bu coğrafya kaderimiz. Hiç bir şey yeni oluyor değil. Hiç bir şeye şaşırıyor değiliz. Kıyameti bekleyecek değiliz. Kıyametimizi yaşayarak karşılayacağız. Batı’nın bed yüzlü, soluk/soğuk benizli; tedrisatta tavan yapmış, sömürdüğünü iliğine kadar sömürmüş, kandan ve kemikten bayındır şehirler kurmuş kodaman çıtkırıldım kişiliklerine benzemeyiz. Modernitenin dibini bulmuş, yüzyıllık soygundan arta kalanları semirerek hayatlarına şekil veren bir uygarlığa henüz incittiği insanlığın ahı ulaşmadı. Her türlü desise ile kendilerini koruma altına alan müreffeh dünyalarına sokulacak ecelin vakti gelmedi henüz. Hiç bir reflekslerinin bizim için şaşırtıcı olmaması onlara bir şey anlatmalı. Öyle karşılarında dilini yutmuş frenk hayranı papyonlu şark kurnazları yok. Belleğe kazınmış bir yaranın devasını maktulünden bekleyen saf dil uçuk kafanın izi bu topraklardan silineli çok zaman oldu. Bunu Onbeş Temmuz Devrimi’nde ipe dizdiğimiz cambazların soytarılıklarını refüze ettiğimizde gösterdik. Cambaz da önemli değildi, cambaza bak diyen küresel şarlatanların maskesini cilalayanlar da. Oyunu bitiren kadim bir akıl bu; piyonu da şahı da aynı çöplüğe fırlatıp attı.

     Bilinmeli ki, seyr-ü seferimiz kadimdir bizim. Henüz satır satır yudumlayarak okuyoruz zamanı, tarihi ve coğrafyayı. Genzimizin yakan bu alın yazısını yoldaş belleyişimiz bundandır. Unutmamalı ki Maveraunnehir kenarında atlarımızı sularken başladı her şey. Çin Seddi’ne sırtımızı dayayıp Laçin’e doğru gez, göz, arpaçık süzdük dünyayı. Otağlarımız rüzgarın şarkısını söylerken kadınlarımızın doğurduğu her çocuğa enlemi ve boylamıyla yeryüzünü armağan ettik. Adımlarınız salim olsun dedik, yürüyebildiğin, at sürebildiğin, görebildiğin her yer ateşinin yangınıyla ısınmalı. Gidin dedik, çiğneyin insanlığa kastetmiş her namerdin sofrasını. Onca yer çiğneyin sakın ha çiçek çiğnemeyin. Edebimize-endamımıza şan ve şeref katan ne varsa yüreğinin enginliğine yoldaş olduğumuz bir Peygamber’e kıldan ince kılıçtan keskin söz vermişliğimizdir. Yüzünü hiç görmedik lakin birer onur ve vefa nişanesi olan gönüldaşlarının dizinin dibinde ol bu demdir zulüm ortadan kalkıncaya ve Rahman’ın esenliği muhtar oluncaya kadar durmak haram kılınmıştır desturuyla hiza aldık. Semerkant’ta kuşandığımız emaneti, Hive’nin bayındır sokaklarına, Buhara’nın hikmet bahçelerine, Bağdat’ın sırlı rüyalarına, Şam’ın mübarek kapısına ve elbette Kudüs’ün tekübbürü çürüten endamına katarak geldik. Mağribi geçerken, denizin bittiği yerde deli kısraklarımızın sesleri, Endülüs’ün kızıl topraklarında yankılandı. Cadı kazanlarında birbirlerinin etlerini lime lime edercesine doğrayanlara insanlığını hatırlatmanın düzenini kurduk. Yüzyıllar süren esenliğimizde insan olmaklığı tattı madrabazlar, engizisyon artıkları, fosseptik avaneleri. Kostantinopolis burçlarına ilk çıkan yeniçerinin nereye doğru nazar ettiğini kim bilebilir; içine çektiği soluğun Roma artıkları üzerinde dans eden kırpık hanedanların ensesinde boza pişireceğini kim tahmin edebilirdi ki? Fırlattığı okun Viyana varoşlarına düşmesini kudreti elinde bulunduran Allah’ın kulu ve kölesi olandan başka kim takdir edebilir? Heyhat, terkibi ve tertibi İbrahim Halilullah olan bir yüreğin hafızası da böyle kazınmıştır bu coğrafyaya; gönül kırmayız asla, gönül kıranlar müstesna!

Şimdi yeniden başlayabiliriz

Önceki İçerikDört Söz Üzere Ahitleştik
Sonraki İçerikMuhtasar Cenk Hikayeleri