KUYMAK VE DEVRİM
    Cihad’ın evindeyiz. Fatma Hanım’ın orjinal kuymağını yemek için toplanmışız. Muhteşem lezzet geliyor. Ardından çaylar. Evin balkonu şenleniyor. İzzet Kardeş hafiften meseleleri harlıyor. Arslan Bey araya girip konuşmayı kültürel boyuta taşımaya çalışıyor. Cihad, bardakları doldurmakla meşgul ama birazdan topa girecek gibi ortamı kokluyor. Kendisi çoğunlukla kontra sorularla başlayıp söyleyeceği lafı sona bırakır. Üçüncü bardaklar yarıya indiğinde Mustafa Öner ve Ali Serenli giriyor içeri. Bu sırada köşeye gömülmüş bir genç (Yılmaz Türker) cep telefonunda gezinip duruyor. Ara sıra başını kaldırıp abilerinin genleştirdiği cümlelerden payına düşeni almaya çalışıyor. Ama biliyorum aklı başka yerlerde dönüp dolaşıyor.

   Gece yirmiikiye merdiven dayadığında mideye indirdiğimiz kuymağın harı tartışmaları daha da alevlendiriyor. Yılların dostluğu bu. Üstünden nice gaileler geçtiği halde asla çizik görmemiş. Birbirlerine ilkbahar serinliğinde bakan dostlar anlamlıdır.

   Uzakta kurbağa sesleri… Ilık akşam yeli aramızda dolaşıp duruyor. Köşedeki genç başını kaldırıp konuşuyor. Garip bir şeyler oluyor, diyor heyecanla. “Boğaziçi Köprüsü’ne tanklar çıkmış!” İzzet, bu durumu yeni bir komplo teorisiyle açıklamaya çalışırken, Yılmaz söze giriyor, “hayır” diyor; ” köprüye çıkan arkadaşlar bunun bir darbe girişimi olduğunu söylüyor.” Darbe mi? Nasıl yani? Şu bildiğimiz darbelerden mi? Mutfağa gidip gelen Cihat “sanırım böyle bir durum var, Ankara da hareketli” diye konuşuyor. Uzakta kurbağa sesleri nefesimizde kuymak kokusu. Gökyüzüne bakıyorum. Derginin sosyal medya adresinden bir mesaj yayınlıyorum ilkin: “Açık ve net ilan ediyoruz: Ülkemize karşı girişilen Amerikan menşeili paralel saldırıya Özgür İrade’nin yanında direneceğiz!” Saat yirmiüçü hafif geçiyor. Kimler işin içinde, Cumhurbaşkanı, Başbakan nerede, emniyetin tavrı nedir, halk nasıl tepki verecek? Bilinmezler harmanı kocaman sis perdesinin içinden yükselen çağrımızla birlikte evden ayrılıp kentin meydanına doğru yola çıkıyoruz. Şehir merkezindeyiz üç kişi. Karşımızda polis otosu öylesine duruyor. Sonra bir kaç arkadaş daha katılıyor bize. Tekbir getiriyoruz. Her şey donuyor. Sesimiz yayvan binalara çarpıp geri dönüyor. Genzimiz yanıyor. İki tane toma aracı çekiliyor meydanın bir köşesine. Saatler süren kimsesizlik iliklerimize kadar işliyor.

   Tamam, diyor biri sonra. Bir işaret… Yayılın ülkenin dört bucak yedi iklimine. Şehrin kılcal damarlarına dağılıyor kan. Yüz bin, onlarca bin yürek gökyüzünü aydınlatıyor. Allah, diyorum içimden; Allah kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf tutarak çarpışanları sever.

Uzakta kurbağa sesleri; içimizde kuymak ateşi.

KAHROLASI ÇÖPÇÜLER AŞKIMI SÜPÜRMÜŞLER
Telsizden anons geçiyor komutan.
“Alo merkez. Tanklarımızın seyrü seferi mustakim. Asayiş berkemal.”
Dörtlüleri yakmış homurtuyla ilerliyor tanklar. Üzerlerinde ışıl ışıl parlayan apoletler.
Telsizden anons geçiyor temizlik işleri gece vardiya reisi.

“Alo merkez. Aşağı mahallenin çöplerini almaya gidiyoruz. Lakin önümüzde bir tank var üzerimize geliyor.” Karşı taraf cevap veriyor: “Ne tankı kardeşim, sana gece vardiyası iyi gelmiyor demiştim. Rüya görüyorsun.” Abi basbaya tank, uzun bir namlusu bile var.”

Çöp kamyonu tankların olduğu yere yaklaşıyor. Sokağın en dar yeri. Şoför başını çıkartıp tankın üstündeki rutbeliye ünlüyor:

“Selamunaleyküm komutanım hayırdır gece gece yolumu kaybettiniz?” Sert bir dille uyarılıyor: “Derhal burayı terkedin. Sokağa çıkma yasağı var.”

Sokağa çıkma yasağı varmış, diyor şoför yanındakine. O da merkeze geçiyor telsizle: “Amirim rüya değil, sokağa çıkma yasağı varmış.” Karşı taraf sin kaflı küfürüne ekliyor, sokağına da yasağına da başlatmayın. Şoför tekrar irtibat kuruyor yıldızlı zabitle:

“Tamam da komutanım ne diyorsunuz yani?”

“Yanisi ne, darbe oldu. Herkes evine. Bu bir emirdir, hemen yolu açın!”

Telsize dönüyor görevli, amirim darbe olmuş evinize gidin diyor zabit. “Olduğunuz yerde kalın diye cevaplıyor, merkez. Araştıralım nedir bu?”

Tankların homurtusu artıyor. Tüfeğini havaya kaldırıyor tankın üstündeki. Sertçe tekrarlıyor; “kamyonu çekin, yolu açın, hemen! Bu bir emirdir!” Hırsla kaytan bıyıklarına davranıyor şoför. Yanında ki dudaklarının üstünü yokluyor ama nafile. Henüz bıyıkları çıkmamış tüy. “Valla” diyor, “amirim izin vermeden hareket edemeyiz. Bizde de var emir komuta.”

    Yatsı çıkışı evlerine selametle çekilmek üzere dükkanlarını kapatmak için geri dönen esnaf intibak etmeye çalışıyor olaya. “Burası daracık sokak, çekil de asker efendiler yoluna gitsin” diyor biri. Cevaplıyor şoför, “Yok amca darbe oldu diyorlar, yani gidici değilmiş bunlar.” Kenan Paşa darbesi gibi mi nedir işin aslı diye soruyor komutana bakkal efendi. “Gidin başımızdan, hemen yolu açın, yoksa çok kötü olur” diyerek namluyu doğrultuyor tankın üstündeki. Sonra telsizdeki anonsu dinlemek için kulak kabartıyor: “Hala irtihal edemediniz mi belirlenen mahale!” Önümüzde çöp kamyonu var, yol dar geçemiyoruz, cevabı veriliyor. Cevapla birlikte sinirler geriliyor. Ne olmuş diyor bir teyze ikinci katın penceresinden sarkarak. Kenan paşa darbesi olmuş, haberin yok senin diye dalga geçiyor, bakkal. Evet, diyor, teyze, “bak sözüme geldin senin kemalpaşalar hamur oluyor, şikayet edeceğim zabıtaya.” Sonra komutana dönüp; “benim torunum da asker safranbolu’da, kaç ay kaldı terhisine oğul?” demeye kalmadan, yüzü sokak lambasının altında sarıdan kırmızıya dönen komutan bir el hareketi ile tüfekteki mermiyi namluya sürüyor. Çıkan ses tüm konuşmaları susturuyor. “Ben size ne diyorum, darbe oldu, sokağa çıkma yasağı var. Burayı karılar hamamına çevirdiğiniz. Dağılın yoksa biz sizi dağıtmasını biliriz.” Teyze tül perdenin arkasına saklanıyor. Bakkal kapının önündeki paspası içeri koymaya yelteniyor. Şoför bir sigara daha tellendiriyor. Yanındaki, telsizin düğmesi ile oynuyor. Tankın içindeki askerler sırılsıklam vaziyette sinir küpüne dönüşmüş olarak zulümlerden zulüm beğeniyor.

   Sesler sesleri çağırıyor sokaktan mahalleye doğru dalga dalga… Tankın orasını burasını inceleyen gençler, bir de yukardan bakalım deyip üstüne çıkıyor. Her yer tıkış tıkış insan. İkinci kattaki teyze ocağı bir çay suyu koyuyor. Bakkal dolaptan bir kasa buz gibi Niğde gazozu çıkarıyor. Temizlik aracının şoförü kontağı kapatıp anahtarlarını fırlatıp attıktan sonra topuklarına bastığı ayakkabısını giyiyor. Yanındaki telsizin düğmesini “off” konumuna getiriyor. Komutan tedirginliğin dibinde yüzerken, evlerin pencerelerinden sarkıtılmış yüzlerce bayrak kırmızı kırmızı dalgalanıyor. Devrim başlıyor.

ÖMRÜMÜN YEŞİL FASULYESİ
    Arif abi demiryollarından tekaüt. Yatsı namazını müteakip çıktığı caminin hemen karşısındaki evine vardığında garip bir sessizlikle karşılaştı. Aslında tuhaflıklar kapıda başladı. Kaç kere zili çaldıysa açan olmadı. Anlaşılan, diye geçirdi içinden, bizim ahretlik sızıp kaldı. Oysa hiç böyle yapmazdı. Biraz da merak ve ürperti ile loş ışık altında bulduğu anahtar ile kapıyı açmaya muvaffak oldu. Teker teker odaları dolaştı ama nafile. Banyo, tuvalet; hak getire. En son mutfağa ilişti gözleri. Ocağın üstünde altı kısılmış tencere. Kapağını açtığında buharının buğulaştırdığı gözlüklerini silip tekrar baktı. Yeşil fasulye. Aralarında bol doğranmış iri patates. Hem iri hem de diri. Belli ki yeni ocağa sürülmüş. Rahiyası adeta burnunun direklerini sızlattı. Ah, dedi, bir de yanında dağ eriği kompostosu olsa değme gitsin. Dedi de mutfak tezgahının üstünde kurşun kalemle yazılmış bir not takıldı gözüne. Kağıdı aldı lambaya yaklaştırıp okumaya başladı; “Bey, darbe oluyor dediler yemeği kısık ateşte bıraktım çıktım. Dönersem birlikte yeriz, dönmezsem afiyet olsun!”

KIYAK DEVRİMCİLER
    Boynuna doladığı yeşil Tevhid bayrağıyla salına salına yürürken çeviriyor muhabir. Darbe, tank vs soramadan dökülüyor genç: “Mustafakemalpaşa’daki mahallemizdeydik. Bilirsiniz oraları, kırığı boldur. Eğrisi doğrusuyla bizim mekanlar. Meyhanede oturmuş içiyorduk. Alkolik bir abimiz var, geç saatler takılır sabahlara kadar demlenir. O gece de kapıdan içeri girer girmez, oğlum burda oturup zıkkımlanıyorsunuz da bir şeyden haberiniz yok. Elalem darbe yapıyor, memleket gidiyor elden… diyerek bağırmaya başladı. Alemciden darbeci çıkmaz ama ne iştir, kimin rocanudur deyip fırladık sokağa. Hop dediler, köprüyü kesmiş tanklar, intibak edelim. Bütün meyhane ahalisi olarak cenge kalktık. Hatta mahallede bir genç vardı. Üç senedir dışarı çıkmaz. Cumaya dahi götüremiyor babası. Bir de baktık önümüzde askerlere doğru tekbirle koşuyor. Gaza geldik tabi. İmama uymayız ama güneş yüzü görmemiş bir sabinin peşinden düştük yollara. O tank senin bu kurşun benim dalgalandık durduk. Çok telefat verdik. Bazı arkadaşlarımız şehit oldu. Hamdolsun bize de gazilik mertebesi nail oldu.”

KARL MARKS’IN İMANA GELDİĞİ GECE
    Bir şey anladıysam jelatini açılmamış faşist olayım, diyordu otuzunu geçkin delikanlı. Yaşımız geldi geçiyor evlenip de bir yuva kuramadık sağ salim. O gösteri senin bu panel benim; yok çözümleme yok aydınlanma ömrümüzü yiyip bitiriyoruz. Sırılsıklam militan olduk ancak bir devrim nikahı bile nasip olmadı. Anam memlekette her konuşmamızda telefonun ucunda sızlanıp duruyor: Veremedin bir torun kucağıma vah ki vah. Ah köylü kadın sen yapacaktın devrimi ki bak gör ne biçim olacaktık. Kader diyesi dilimin ucuna geliyor, kader, emperyalistler tarafından halkları uyutan en önemli gerekçelerden biridir, sözdeyişi boğazıma takılıp kalıyor. Geçen gün otobüs durağında birine takıldı gözüm. Takılma o takılma her gün aynı saatte aynı yere nöbete yattım. Bir kez göz göze geldim içim aktı gitti öyle. Ne diyeyim varoşsal bir durum işte. Bıktım usandım sersefil ütopyalardan. Birini de baba Marks çakmış; tarihsel formasyon diyor. Ben de ne laf etti diye susup, çöplüğüme mi çekileceğim? Ömrüm Rosa Luksemburg’lar arayarak mı geçecek? Bu sınıfsal gerçeklik, üretim ilişkileri içerisinde buhar olup gidiyor. Kala kala ideolojinin tırpanından geçmiş, kara kuru kızlar kalıyor bakiye. Onların da özgürleşe özgürleşe posası çıkmış.

    Gel gelelim asıl meseleye. Kendimi kanepeye attığında gözlerinin feri sönmek üzereydi. Son bir hamle televizyonu açmaya yeltendim. Bir, iki, üç deneme. Görüntü hafif dalgalı, ses cızırtılı. Olmayacak böyle deyip yüze kadar sayıklamayı denedim; Marks-Engels…/ Marks-Engel… Düşmekte olan gözkapaklarımın içindeki gözlerim fır dönüyor. Yine devam, Marks-Engels/ MarksEngels… Tvdeki cızırtı gitti ve tok bir kadın sesi kulağımın kıvrımlarını tırmaladı: Sevgili seyirciler, bu metnin tüm Türkiye Cumhuriyeti kanallarında yayınlanması Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir isteği ve emridir! Oldu mu yani, dedim.

    Kapıdan nasıl çıktım. 150 metrelik yokuşu hangi ara tırmandım. İki metrelik tel örgüyü aşarken neremle zıpladım farkında değilim. Akıp giden kalabalığın arasına karışıp sır oldum. Biri sağ elimi tutup havaya kaldırmaz mı? Ardından Allahuekber sesleri… Tövbeler tövbesi de diyecek miydim? Bir diğeri bağırıp duruyor: Burası cenk meydanı, gazamız mübarek olsun! Karşımızdan gelen başka bir grup kollarını açarak bize doğru koşuyor. Kavuştuğumuzda kıllı ve terli birinin ayaklarımı yerden kestiğini hissettim. E, ondan sonra koy verdim kendimi. Sokakta görsem dikleneceğim biriyle el ele omuz omuza caddeleri fethe çıkmıştım. Önce sessizce tekrar ediyorum tekbirleri. Sonra annem aklıma geldi, kopacağı yerden kopsun dedim. Ne varsa göğsümde biriken saçıldı gökyüzüne. Oh.. dedim içimden ne güzelmiş özgürlük. Nasıl da tutmuşum bunca zaman içimde.

     En son hatırladığım bir tankın üstünde tekbir getirip bayrak dolaştırışım. Bir de karşımda durmuş bir elinde cep telefonu beni çeken, diğer elinde sıkılı yumruğu ile tekbir getiren o duraktaki kız.

Önceki İçerikDerviş Hünerini Yitirdik
Sonraki İçerikYoldan Çık!