Malumunuz bir çok şehirde Benim Adım Kudüs başlıklı ‘Kudüs bize neyi anlatır?’ içerikli programlar yapıyoruz. Şehrin birinde program bittikten sonra bir grup insan derneklerine davet ettiler. Gruptan biri endişeli bir yüzle “bu Siyonizm gerçekten de bu kadar güçlü mü?” diye sordu. Siyonizm’in anlattığımdan daha güçlü ve organize bir akla sahip olduğunu ve son elli yıldır ise Müslümanları da yanına alarak gücünü katladığını söyleyince şaşırdı. Şöyle devam ettim, “Gerçekten de bir ideoloji olmanın ötesinde, ideolojiler kuran bir akıl olarak Siyonizm hiçbir zaman görünür olmadı. Siyonizm’le hesaplaşma yapabilecek tek potansiyel güç Müslümanlar idi. Ancak çoğu Müslüman akıl devşirildi, satın alındı. Yakın bir zamanda kimse ne Siyonizm’den ne de İsrail’den söz edebilecek. İçinde yaşadıkları zillet tam bir Siyonistleşme: Dünyevileşme, şiddet, ihanet. Bugün çoğu yerde cihat adı altında Siyonist ideallerin yolunu açmak için ölen binlerce gencin olduğunu görmemezlikten gelemeyiz.” Bunun için yalnızca şu gösterge bile içinde bulunduğumuz zillet için yeter de artar; şiddet, açlık, yokluk vesaireden dolayı mazlum durumuna düşen milyonlarca insanın sığınmak için yola çıktığı eman bölgesi İslam toprakları mıdır, Batı mıdır? Daha özelinden alırsak Suriyeli Müslüman bir aile sığınmak için katı şeriatın hüküm sürdüğü, Mekke ve Medine gibi kutsal bölgeye hükümran olan Suudi Arabistan’ı mı tercih etmektedir, yoksa ‘kafir’ Almanya’yı mı? Nasıl alçaltıcı bir açmazdır bu?

    Bir sömürgeleştirme ideolojisi olarak Siyonizm’in her türlü kutsal değerden yalıtılmış olması lakin her kutsal değeri amaçları için en uygun yol ve yöntemle kullanıyor olması bize bir şeyler anlatmalı. Son elli yılda anti emperyalizm adı altında coğrafyamızda süregelen mücadelelerin nasıl oluyor da yalnızca İsrail’in hedeflerini tahkim ettiğini sorgulamak gerekmez mi? Söylemde vahdeti önceleyen lakin pratikte kendi anlayışına alan açmak için birbirini yok edercesine husumet ile hareket eden Müslümanlar, bırakın Kudüs’ün kurtuluşuna vasıta olmayı tabi oldukları inancı sorgular hale geldiler. Emperyalizme karşı verilen mücadelenin yine bizzat emperyalist akıllar tarafından tasarlandığı grift bir süreci görmeden yapılacak her şey oyunun kurallarını belirleyenlerin değirmenine su taşır. Cezayirli düşünür Malik B. Nebi tam da bu noktaya vurgu yapar; “Sömürgecilik insanlık dışı bir şeydir ve asla kabul edilemez ancak daha korkunç olanı sömürülmeye elverişli olmaktır.” Sömürülmeye uygun akıl, ben kimim sorusuna Batılı paradigmalar çerçevesinde cevap arayan bir akıldır. Bunun en yakın örneği Suriye’de yaşandı. Zalim bir rejime karşı yürütülmekte olan bir mücadele söz konusudur. Bir çok İslam şehrinin yok edildiği, on binlerce sivilin öldürüldüğü, milyonlarca insanın yurtlarından sürüldüğü bu savaşın sürecine bakıldığında kimlerin nasıl kullanıldığını bariz biçimde anlarsınız. Görünen odur ki savaşı başlatanlar zamanı geldiğinde ve amaçları hasıl olduğunda savaşı bitirecek olanlardır. Burada cihat, zulme karşı duruş ve benzeri kutsal değerler alabildiğince kullanılan argümanlar oldu. Sonuçta bu savaşın hemen dışına çıkıp resmin bütününe bakarak, bu savaşın galibi kimdir sorusunu sorsak alacağımız cevap nettir: İsrail ve bölgeyi yeniden tasarlayan emperyalist akıl. Bu savaşta kullanılan, ellerine silah verilerek birbirlerini yok edercesine çarpıştırılan ve şimdi terörist listesine sokularak idam fermanı verilenler kimlerdir: Müslümanların geleceği, gençlerimiz.

    Ondokuzuncu yüzyılın başında Ortadoğu kavramıyla üretilmiş ve sömürgeci ideallerle tasnif edilmiş bir coğrafyada yaşadığımızı kabul etmek, bizzat kurguyu gerçekleştiren akıl tarafından teslim alınmak demektir. Bu akıl dün yaptığı tasarımı bugün şartlara uygun biçimde güncelliyor. Bu, yeniden kurulum için en uygun denekler bölge halkları ve bu halkların sahip olduğu değerlerin yeni düzene uygun biçimde dönüştürülmesidir. Süreç şimdiye kadar hiçbir zorlukla karşılaşmadan devam etmekte. Şu ya da bu dini anlayış ve mezhepte olan bir çok Müslüman topluluk, coğrafyasını işgal eden Sömürgeci güçlerin koruması altına girerek kendilerini ifade edebiliyor. Bu ifade ediş biçimleri daha çok dini bir kılıf altında gerçekleştiriliyor ki süregelen inanılmaz ahmaklık geleceğimizi de çürütüyor. Evet biz ‘Kudüs bize neyi anlatır, anlatması gerekir?’ derken kastettiğimiz bu.

    Yüzyıl oldu İbrahimî coğrafya’nın mihenk taşı kalbimizden söküp alındı. Kudüs’ü kaybettiğimizde insanlık ile birlikte yürüyen kadim bir dostu kaybettik. Bir umut şehri idi çünkü hangi dilden, dinden ya da ırktan olursa olsun ortak insanlık değerlerini merkez alarak oluşan doğal bir aklı temsil ediyordu. Bu harmoniyi sağlayan Müslümanların bu kente hakim olmalarıydı. Buna hakim olmak da denemezdi. Bu şehir yüzlerce yıllık yürüyüşünde yalnızca İslam’ın esenliğine dahil olduğunda sükut ve selamet buldu. Dünyanın neresinden kim gelirse gelsin sokaklarında dolaştığında asla yabancılık çekmezdi. Onun tek yabancısı binli yıllarda ele geçirildiğinde görülmemiş bir kıyıma şahitlik ettiği Haçlı sürüleriydi. Bir başka yabancısı ise yirminci yüzyılın başlarında gördüğü işgal sonucu tek tipleştirici uygulamalara imza atan Siyonist çete oldu. Kurduğu İsrail adı verilen ve bir şirket aklıyla işleyen Siyonizm, ateist ve sömürgeci kodlarla hareket etmekle birlikte tam bir makyavelizm örneği sergileyerek amacı için her türlü kutsalı gerektiği gibi kullanabilme ve yönlendirme yeteneğine sahip. Sizce şu an coğrafyamızda kullandığı en uygun kutsal nedir? Buradan başlamak gerekiyor

Önceki İçerikKudüs Bize Neyi Anlatır?
Sonraki İçerikDört Söz Üzere Ahitleştik