Yolcunun otuzuncu sayısında, dergiye ara verme durumu konuşuldu. Bunun üzerine Ferhat Kalender (Ömer İdris Akdin) “dergi hakkında seninle konuşalım abi” dedi ve bu söyleşi oluştu. Dergi hakkında konuştuk, kendi hakkımda konuşmak yakışık almaz, Hem kendisi de burda yok!

Uzun zamanlardan geçtik. Çetrefilli lakin güzeldi. Yolcu en çok da neyiyle anılacak gelecekte?

Ferhat kardeşim ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir gün bu derginin soranı olarak sorulanı olacağım hiç aklıma gelmezdi… Bunu beklemiyordum. Sorularına cevap vermenin ne anlama geldiği gerçeği beni ürpertiyor. Son sözün diyorsun, ip boynumuzda o zaman. Çetrefilli ve güzeldi evet. Gönül dostlarımız ne der bilmem ama Yolcu güzeldi. Yüreğimizi yalayıp geçmiş hoş bir seda. Hani rahat bir nefes alırsın ya, yüreğin gerilir ya, kabardığımız işte o noktadır, Yolcu.

Şu denir, “Bu kadar çalış, gayret et acaba muhatap aldığımız kitle bunun değerini bilir mi? “ Ama gördük ki gerçekten kadir- kıymet bilen bir dost yumağıyla karşı karşıya kaldık. Gerçekten de sana göre bu dergiyi böylesine anlamlı kılan neydi?

Sen dâhil, yolcu ekibinden hiç kimse en zor şartlarımızda bile, bu ilk cümleyi hiç söylemedik. Samimi, yürekten, eğip bükmeden söylenen her söz muhatabını bulur. Yolcu yürekten yüreklere aktı sadece. Muhatap aramıyordu. Hiç öyle bir amacımız olmadı. Yola koyulduk. Yoldaşlarımız oldu. Hiç konuşmadık, ama iyi anlaştık. Her yolcu bunu sadece hissetti. Bütün bunlardı albenisi.

Vurgu yaptığımız ana noktayı “özgürlük, adalet ve erdemli bir toplum” olarak belirlemiştik. Sence bugün yasadığımız ortamda bu kavramların karşılığı ne?

Simdi, bu kavramlar hakkında konuşmaktan hayâ ederim. Niye bunlara vurgu yaptık onu da bilmiyorum. Yapma maliydik diyenlerdenim. Vurgu yapmaktan çok vurulmuş olmayı tercih ederim. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi önemli. Bu kavramlar hakkında koca koca laflar edenlerin, bir yetimin gözleriyle karşılaşmalarını isterdim. Lafla olacak şeyler değil bunlar. Biraz da neye el uzattığınızla alakalı. Adam gibi adam olmakla alakalı. Yok mu? Tabi ki var. Çağın onurunu dik tutan, işte onlar. Karanlığa kibrit çakanlar da onlar!

Altı yıldır buradan, bulunduğumuz şehirden özellikle bir şubat günüyle başlayan kara dönemlere şahit olduk. Ve üzerimize düşen ne ise en yüksek perdeden sesimizi yükselttik. Ama bugün baktığımızda müthiş bir değerler aşınması ile karsı karsıyayız. Korkunç savrulmalar… Nedir bunun anlamı sence?

Hay ağzına sağlık, anlatmak istediğimin üzerine ilaç gibi geldi bu soru. Şubat, eylül vs. anlamam ben. Hep Ay’a yıldıza bakmışım, bir taşın üzerine çıkıp denize bakmışım, yerde solucan aramışım yat sürün komutuna… Umutsuz ve hedefsiz olmaz. Neyi ararsan onu bulursun. Uzun hedeflerin, ufuklar, öteye geçen bir bakışın insanları olabilenler, ayaklarının sabit kılınması için de dua etmeliler. Kılıç üzerinde yürüyoruz. Birbirimize tutunmasak düşeceğiz. Bu yüzden okuduklarımızı, yazdıklarımızı, gördüklerimizi, yürekten yüreğe bağ kurarak bir yumak oluşturmalıyız. Savrulmak çok kolay. Şeytan, daha çok içimiz de. Fakat inanıyorum ki, Cahit ZARIFOGLU’ nün deyişiyle “ güneş birden bire kara bulutun ucundan, baskıya karşı bir başkaldırıyı anımsatarak, saçını çıkartacak ve tutunacağımız ipi, boyanacağımız boyayı ve analimizi koyacağımız temiz yeryüzünü göreceğiz.”

Yolcu, kıyıdan seslenen bir dergi. Bu anlamda merkezden bize karşı takınılan tavra bir türlü akıl erdiremedi. Türkiye’nin en ücra kösesinden sıcak soluklarla yürüdük ama ne hikmettir ki ‘merkez’ce görülmedik. Bu gerekli miydi? Elbette hayır. Sence böyle bir soğukluk merkezin ‘merkez’ olmasından mi kaynaklanıyor?

Yolcu’nun hiçbir zaman merkezce görülmek gibi bir derdi olmadı. Merkez ne kadar merkez bu da tartışılmalıdır. Niçin böyledir. Nedenleri nelerdir. Bunlar uzun konular. Sebepler çeşitli. Tarihi süreç içinde kültürel ve siyasi merkezler oluşturulmuştur. Taşraya bir bakış tarzı geliştirilmiş, bütün alanlarda bu böyledir. Bu beni şahsen ilgilendirmemiştir. Görmemişlerdir kendileri bilir, sağ olsunlar. Eğer Yolcu üç bin adet basıp bazen de ikinci baskı yapmış ve her yerde yürek dostları bulmuşsa merkezin bakışı o kadar da önemli değil. Yolcu nerede bir dost bulmuş ise orayı merkez kabul etmiştir.

Biliyorsun, sanılanın aksine burada Dergiyle ilgilenen birkaç kişi var. Onlar da kalan vakitlerini bu işlere ayırıyor. Ancak olması gereken bu değildi. Bir mektep, güzel oluşumlar başaramadık. Öte yandan ülkenin birçok yerinde Yolcu sever oluşumlara şahit olduk. Nedir bunun anlamı, valla ben çözemedim.

“Mektep olmak için yola çıkmak” iddialı bir laf. Böyle yola çıkanlarda pek başarılı olamamışlardır. Siz sadece yola çıkarsınız. Talep etmekle alakalı mektep. Bence yolcu bu anlamda talebe buldu. Çünkü kendisi de talebeydi.

Bilmeyenler için söylüyorum, derginin merkezi bir binanın son katında. Yazın aşırı sıcaktan, kışın aşırı soğuktan berbat oluyorduk. Abi, geriye doğru baktığında neler söylersin? Böyle Bir mekânın sende bıraktıkları nelerdir?

Vallahi ben orada hep ısındım. Yoksa kilometrelerce uzaktan ve evlerimizden çok oraya gelmezdik. Kışın Muhammet kardeşimin çayı, Mustafa ağabeyin dumanlı sohbeti, İbrahim Tökel’in gülüşü, Sinan’ in takılmaları, yazılanlar çizilenler ve matbaadan yeni çıkmiş derginin buğusu… Orayı güzel kılan güzelliklerimizdi. Duvarlar bahane.

Örneğin dergi çıkma aşamasındaki o yoğun zamanlarda sende kalan en önemli iz nedir?

Gelen mektuplar… Onlarca mektup, niçin düştüklerini asla merak etmediğimiz cezaevi sakinlerinden gelenler. Avluda bulduğu bir çiçeğin kurusunu, bir güvercin tüyünü, ince boncuklarla örülmüş bir teşbihi, rengârenk zarfların içine koyup gönderen zarif dostlar. Türkiye’nin her kösesinden ve yurt dışından gelenler. Satır satır okunurdu. Sonra birbirimize Okumalar. Özellikle resim bulma telaşımız. Yazılar, tashihler ve hangi yazıya hangi resim gider olayı, Nevzat’ın on kere okunmuş metni tekrar tashihi. Senin beş dakikada saman kâğıda derginin sayfa düzenini çizişini, sonra matbaaya gidişimiz. Hacı ağabeyin ve oğlu Fatihin, güler yüzle bizi karşılayışı. Sonra mimar Mustafa ağabeyin gelişi. Her çizgi on ihtimal üzerinden yeniden kontrolü. Mustafa ağabeyin koluna girip, dışarıda çay içme bahanesiyle, çıkabilirsek bir gün önce baskıya girme sevinci… Çıktıları yeniden tashih. Ve matbaanın o ağır kokusunda çıkan her sayfaya ebenin yeni doğmuş çocuğumuzu bize getirir gibi masanın üzerine koymamız. Estetik kaygılarımız hemen hemen ortaktı. Renk seçimi, her tür imge, simge dergiye eklenecek bir malzemeydi bizim için. Ne büyük zevkler. Saatlerdir aç olsan ne gam. Son Sayfa dört Gözle beklenecek önemli olan arka kapak girişi. Onu da kurtardık mı bizden mutlusu yok.

Biliyorum ki Sen Türkiye’de çıkan birçok dergiyi, özellikle de amatör dergileri hassasiyetle takip ediyorsun. Yolcu’yu bu anlamda nereye oturtuyorsun?

Nuri PAKDIL Üstadın edebiyat dergisinden beri emek verilerek çı- kartılan, bütün dergilere ulaşmaya çalışmışımdır. Kapanan her dergiden biraz kendimi sorumlu tutarım. Neydi Yolcu’nun farkı? Birincisi insanın kendi el emeğinin tadı. İkincisi insani yürekten yakalayan yanı. Her okuyan biraz kendini buldu bu dergide. Kolunuza girip sizi alıp götüren bir sıcaklığı vardı bu derginin. Farklı tarafı; yazıda resimde mizanpajda kalitenin pesinde olmasıydı.

Şimdi mevzilerimize geri dönüyoruz. Yani dergiye ara veriyoruz. Biraz da yorulduk sanırım. Ama biliyorum ki söyleyeceklerimiz bitmedi. Peki, biten ne?

Hep çıkmak fırsatını kollayacağımız mevzilerimize dönüyoruz gibi geliyor bana. Belki bizimkisi baharı beklemek gibi… Koyu karanlık ümitsiz kılmaz bizi biliriz ki şafak yakındır. Yeter ki yüreğimiz soğumasın. Yolcunun ara verdiği biraz da zorunluluklar. “Biten ne?” sorusuna, yolcu ekibinin aşk ehli cevap veremez. Hep ümitli oldum. Bir gün Samsun’a dönersem yine yolcuyu çıkartacak aşkın çocuklarını bulacağına inanırım. Hala kitabı koklayarak alıyorsak, bu şehrin çocukları hâlâ şiir okunduğunda gözleri yaşarı- yorsa bu gençlerde daha çok iş var demektir.

“Soruldu” adı altında yaptığını söyleşilerde sana en ilginç gelen kişi kimdi?

Öncelikle hepsi beklediğimizden daha fazla cevap verdiler. Doyurucu cevaplardı bunlar. Hatırlarsan Metin Önal Mengüşoğlu’nun sayfalarca faksını dergiye nasıl yerleştireceğimizi kara kara düşünmüştük. Sorularımız bize has, biraz kitabın ortasından sorulardı. Konuştuğumuz her yazarın, bü- tün eserlerini hemen hemen okuduğumuzdan aşina olduğumuz veya beklediğimiz cevaplar geldi.

Simdi Ankara’da meskûnsun. İstanbul’da da bulundun. Orijin olarak Trabzonlusun. Samsun’da öğrenciliğin ve dört yıllık bir dö- nemin geçti. Senin açından bu şehirlerin ne anlamı var?

Ferhat kardeşim bilmez misin ki bilge kişi kalbiyle uğraşır gözüyle değil. Çok gezdiğimi bilirsin. Her yerin güzellikleri mutlaka var. Güzel dostlarımız ve güzel kardeşlerimiz oldu bu şehirlerde, hatta bütün şehirlerde. Sorduğun için söyleyeyim yeşili, yaylayı, ekmeğin buğusunu, denizi, delikanlılığı ile çocukluğumuzda ve gençliğimizde derin izleri vardır Trabzon’un. Samsun ise Üniversite yıllarımıza damgasını vuran şehirdir. Çok güzel günlerdi. Kitap yediğimiz yıllar. 56’lardaki (Samsun’un bir semtidir) evimizden geçmeyen mürekkep yalamış kaş kişi vardır acep. İstanbul’ u hiç tartışmam, bütün zorluklarına rağmen, tartışmasız güzellikler sunar insanına. Tarif edenlerin ettikleri tariflerin bende karşılığı yok Ankara için. O yüzden, sevebilme yolları bulmaya çalışıyorum kendimce.

Seninle uzun bir doğu- güneydoğu gezisinde birlikte olmuştuk. Çok da güzel geçmişti. (Hele El Aziz’de Aziz dostun evindeki terasta içtiğimiz nargileler eşliğindeki sohbetler…) Simdi baktığında sende kalan tat nedir? (Bu arada yaz için davetlere icabet edeceğimizi de belirteyim.)

Artvin Yusufeli’nden dağ köylerinden yaylalarından, Çoruh’ tan, Ojit dağından, sarp sinir kapısından Edirne’ye, Nusaybin’den İzmir’ e kadar, gezmiş bir insan olarak, bilirsin ki Kavak deresinde balık tutmuş, Bremen’de gece ava çıkmış, Lâdik yaylasında hamsi ızgara yapmış, Nemrut Dağında kilime sarılmış, Nusaybin’de acur yemiş, Urfa’ da esnaf duasına katılmış, Adıyaman’da tütün sarmış, Diyarbakır Mardin kapısına 15 dakika bakmış, Mardin de şok olmuş, Hasankeyf te akli kalmış, Zeugma’da jandarmadan fırça yemiş, Avanos’ un tuzlu suyunu içmiş, nargileyi Mısır’ dan tütününü Dubai’ den, kömürünü İran’ dan getirmiş Aziz dostumun çatı katında Elâzığ rüzgârına karşı nargile çekmiş, Harput Kalesinde namaz kılmış bir adamın keyfini sen bilirsin.

Simdi aklıma geldi. Sen ki denizin kokusu, hamsinin buğusu, dostluğun en ince duygusu ile yaşayan birisin. Şimdi yaşam damarlarından birçoğu kesildi. Bu hal hal midir, sen söyle?

Eyvallah dostum. Doğru söylüyorsun da damarlarım tamir etmenin yollarını deniz hariç hemen bulabileceğimi biliyorsun. Denizi hiç açmayalım içim kanar. Deniz kokulu dostlarımız sağ olsun. Ne söylesek içimizin yangını dinmeyecek biliyorsun. Gözümde tüten şeyler çok fazla galiba bende Ankara’ dan dönme ihtimalini seviyorum.

“Yolcu’nun Heybesi.” Çevrende yüzlerce kişinin oluşmasını sağlayan sayfan. Yüzlerce okur mektubu. Sende kalan nedir bu sahifeden?

Mektubu her zaman önemsemişimdir. Samimi, içten ve sıcak. Hepsine tek tek cevap yazmak istedim fakat şartlar buna el vermedi. Yollarda ge- çen vakitlerimde bana hep arkadaş oldular. Hepsine tek tek heybede cevap vermek bana ayrı bir zevk verdi. Galiba okuyucu da önce heybede başlardı okumaya. Aklımız erdiğince bazı şeyleri paylaştık. Kırdığımız dostlarımız olmuşsa af fola. Ama bunu bilerek asla yapmadım. Bu da biline…

Mustafa ÖNER, Mustafa KARAOSMANOGLU, Varol ÖZTÜRK, Nevzat ONMUS, Muhammed ÖKSÜZ, İbrahim TÖKEL, Hüseyin GÜÇ, İzzet OVALI ve ben, Ferhat KALENDER… Ne dersin bu adamlar hakkında… Birkaç cümleyle…

Birlikte çok şey paylaştığımız, bu güzel dostlarımız hakkında, bir şeyler söylemek bence sorularının en zoru. Çağrılınca mal ve candan geçen bir adamı neyle tanımlayacaksın. M. KARAOSMANOGLU’ na ne diyeceksin şimdi. Hangi kelimeyi ortaya atsan üzerine en az yarım saat konuşan ve konuştuğunun arkasında kapı gibi duran, ilkelerinden asla taviz vermeyen, bir mimar dost! Aslında dostluğun ilerledikçe tarif etmekte zorlanırsın. Spordan müziğe felsefeden tarihe, sosyolojiden psikolojiye ayrıntılı bir bilgiye sahiptir. Bu noktada İbrahim TÖKEL Kardeşimizle kapışmasının zevkine, doyum olmaz. Tartışma o kadar ayrıntıya varır ki. İhtilafın ayakkabı numarasında düğümlendiğini geç fark edersin. Zor adamlardır bunlar. Manyak yönleri vardır, çağa inat. Tarihin derinliklerinde kalmış güzellikleri ve vefayı barındırırlar. İhanet lügatlerinden çıkartılmıştır bu adamların. M. Varol ÖZTÜRK derin ve içli bir delikanlıdır. Yanık ve şairdir. Baba Nevzat Fatsalıdır. Hekimoğlu gelir aklıma. Cesareti fiziğine beş çeker. Hele bıyıkları hepsini mahalleden sürer. Diliyle muhatabının kalbini yakalayan ikinci bir adam gösteremezsin. Andırınlı Muhammet ÖKSÜZ’ ün köyüne gittiğimiz de ona “Efendi” diye çağırdıklarını duydum. Bir laf bir adam için bu kadar doğru kullanılabilir. “Efendiliğin delikanlısı”, ifadesi onun yüzünü kızartır, biliyorum. Bu da hayâsındandır. İzzet OVALI; feleğin çarkından geçmiş ihtiyar genç, az konuşur ama okkalıdır. Sarsar insanı. Tanımayanlar için zor bir adamdır. Hüseyin GÜÇ şimdi Ankara’da, edebiyatı elementlerine ayırmada üstüne yoktur. Lafını esirgemez. İşinden vakit bulursa sohbetine doyum olmaz. Hala Kızılay da çay ocağında onu bekliyorum. Konyalı Murat kardeşim yazıyı erken bitirirse belki buluşuruz. Sana gelince ey Ömer Efendi, zannetme ki Yolcu’ yu kapattım kurtuldum. Buraya yazıyorum. Sende bu kan olduğu müddetçe burnun asla dergiden ve yazıdan kurtulamaz. Yanına bir kişi bulursan ikinci gün tekrar Yolcu’yu çıkartırsın söylemedi deme.(nitekim öyle de oldu-AU)

Sayılarımızdan birinde “ Bana bir şey söyle hiçbir şey olsun ”demiştik kapaktan. Sen şimdi söyle “bu hiçbir şeyi ”son olarak…

“Taşları ve otlari koklayan derviş kılıklı garip bir adam görmüştüm. Başını yavasça çevirip söyle dedi; Allah yoksa özgürlük de yok!”

Eyvallah; erenler…

Önceki İçerikFERHAT KALENDER
Sonraki İçerikKara Çocukların Manifestosu