Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir – 2

5

‘ŞAİRLER EKMEK YİYOR, FIRINCILAR ŞİİR OKUMUYOR’

I.

Ne vakit kar yağsa,  aklına Erzurum gelir.
1986’yı 1987’e bağlayan gece…

Elindeki fotoğraf makinesiyle kentin eski sokaklarında hiçbir zaman çekemeyeceğin bir filmin görüntülerini kurguladın. Yönetmenlik düşlerinin gizli jönleri de ölmemişti henüz. Yadigâr Ejder’i, o dev cüsseli çocuğu, bir parkta açlıktan kaybetmemiştik. Sonsuz özlemler büyütüyordun yarına. ‘Yoruluyordun bütün yaşları çocukluğa taşımaktan’[1] Işıltılı sözcükler yağıyordu  düşlerine.

En çok Dustın Hofmann’ı severdin. “Geceyarısı Kovboyu”ndaki Rizzo olmak isterdin. Ezik, silik, sorunlu, kıskanç, kompleksli, problemli, alıngan, aşırı duyarlıklı ve çok yalnız. O kişiyi çok severdin, kendine yakın hissederdin.[2]

Yarım kalan sarışın masallar anlatırdın. Yanılsamaydı her şey, Hollywood pırıl pırıl ve umursamazdı. Bilirdin, James Dean olamazdı kimse; Romy Schneider’den güzeli doğmayacaktı bir daha. Gözlerinde zulmün izi olmayan tek kadındı. Onun gözlerinden geçen eylüller biriktirirdin kehribar yalnızlığına. Ne çıkar?..  Anlam için zorunlu ve başarısız figürandın belki de. En güzel adlarıyla oynuyordun  yaşananı. Leylak ve Gül / Lili Marlen… Oysa bilirdin,    ‘kalbinden başka mülkü olmayanların / yoktur rüyadan başka paylaşacağı’[3]

Odalarımızı bir karaduygu fotoğrafına dönüştüren afişleri çaldığımız geceler… Aynı kitaplardan, aynı cümlelerin altını çizmeler, aynı suç ortağı şiirleri ezberlemeler gibi incelikler… Şimdi, çok eski günlerin çocuksu, buruk özlemleri, hayır, o özlemlerin yalnızca anısı artık.

‘Sebepsiz  hüzün hocam(ımız)dı / loş odalar mektebinde’[4] Galiba biraz da acemisiydik (!) güzel şeylerin. Külebi’nin kamyonları  kavun değil, hüzün taşırdı. Yaşamak, hüzün yüklü kamyonların, keskin dönemeçlerde eksilen düşlerimizle rüzgarda yol alması gibiydi.

Kısık ışıklı  odanda,  Isabelle Adjani afişinin karşısında yeni bir yıla girmiştik. Öğrenciydik, yoksulduk.  Doğmadığımız yılların Doğu türküleri eşliğinde çıkışını bulamayan sular gibi sessizce kendi derinine sızan akışlara dönmüştük. Yeni yılın ilk sözünü söylemekten çekinmiştin. Oysa bilirdin, ‘Aynı sözleri her gün ilk kez söyleriz’[5]  Sonra, usulca bir kitabı aralayıp, bir yılın son günlerine dair şiirler okumuştun. O sıra, şiir okumak bile bir kuşun sesini öldürmekti bilmeden. Şiirlerimiz ve türkülerimiz  bizi başkalarından ayırırdı. Hüzünlü olan her şey vazgeçilmez bir yüzüydü yaşamın, mutluluktan fazla bir şey değildi.

II.

Ne vakit kar yağsa,  aklına    Ankara gelir.
1999’i  2000’e bağlayan gece…

‘Ne doğru bir hüzün ne sahici bir yalan’[6]dı   Ankara.

Sıkılmaya başlamıştın yaptığın işten. ‘Edebiyat karın doyuruyordu’; ancak özel bir kurumda Türkçe memurluğu yapmanın, yüzde bilmem kaçlık bir umudu pazarlamanın incitici bir yanı vardı. Hiçbir zaman iyi bir  fakülteyi kazanamayacak yoksul öğrencilerin velilerinden alınan taksitler, meslek lisesi çıkışlı öğrencilerdeki çaresizlik; yalnızca kâra dönüşme hedefine güdülenen  bilinçler, daha çok kazanma düşüncesinden başka hiçbir endişesi,
çatışması olmayan insanların sofranın kurdu olma telaşları, kıştan daha çok üşütüyordu seni. Tahtaya yazdığın dizenin imgesi değil, yüklemi para ediyordu. Artık şiir yazamıyordun.

13 yıl sonra, yine  kısık ışıklı, ancak daha büyük, daha zengin  odanda,  Isabelle Adjani afişinin karşısında yeni bir yıla girmiştik. Okuyamadığın, okumaya fırsat bulamadığın kitapları, sanat-edebiyat dergilerini karıştırmış; müzik arşivini düzenlemiş, yaşadıklarımızı sorgulamıştık. Düzenimizi bozmaya o gece karar vermiştik.  Oysa bilirdik,  ‘Şairler ekmek yiyor, fırıncılar şiir okumuyor.’[1]du.

Herkesin geçmişi, cenneti oluyor bir süre sonra. Ne kadar hüzünle, pişmanlıkla dolu olursa olsun. Yaşanan her şeyi kendi elleriyle bir yalnızlığa yerleştiriyor insan.

III.

Ne vakit kar yağsa,  aklına  Samsun gelir.
2001’i 2002’ye bağlayan gece…

Yedi saat süren yolculukta iki kitap bitirmiştin. Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak ve Tomris Uyar’ın Sesler, Yüzler, Sokaklar. Yeni bir kentte, yeni bir yaşama başlıyordun. Akşamın sekizinde Samsun’daydın. Kent kar altındaydı. Son yirmi yılın en çetin kışı, demişti yol arkadaşın. Karakışta  apansız bir yolculuğa çıkmıştın. Yılın son saatlerini, çarşı iznine çıkmış bir askerin sıkıntısıyla adını bilmediğin sokaklarda tüketiyordun. Sokaklar, renk ve ışık deniziydi. Adıyla, denize inen sokaklarıyla İstanbul’u anımsatan bir caddede,  her sonda, her başlangıçta ve her defasında ‘kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini’[2]  sorguluyordun. Bu kentte kaç yıl yaşayacak, bu kentten kaç yılda sıkılacaktın?  Gecenin akışan kalabalığında yabancı bakışlara bir şeyler söylemeyen bulanık anılarla yarılanan ömrün konaklama yerindeydin. Gençliğin, uçurumlara tutunmuş ağaçlar gibi geçiyordu uzaklardan. Bütün bildiklerin bulanık bir ezberdi.

Niçin çok mutlu değildin? Amacın, yeni bir kente gelmek, yeniden  edebiyat memuru olmak değil miydi? Bilemiyordun. Kırık inceliklerin şairinden birkaç cümle, yazılmamış günlüğünün ilk sayfasındaydı: ‘Niçin aşkların bitiminde, ilk haftalarında tatillerin boş sınıflarda, niçin çıkması artık uygun görülmüş yazı ve kitapların basılı şekilleriyle ilk karşılaşmalarda, niçin inandığımız şeyleri başkalarından da duyunca bir boşluk, bir yıkıntı, bir hiçlik, bir boşunalık, sarar bizi?  Niçin başkalarından bize övgülerde, yergilerde, bizden başkalarına kendimizi örtüsüz dile getirişlerde büyük suçlar işlemişiz gibi bir al basar yüzümüzü? Niçin?’[3]

Kar mavisiyle  tutuşan bir  cümbüş sesiydi  Samsun.  ‘Hani söz vermiştin bana içmeyecektin…’  Sese doğru yürüdün. Köşe başında, küçük bir tabureye oturmuş, önündeki karton kutuda birkaç kaset, cd bulunan ‘garip bir adam’ cümbüş çalıp şarkı söylüyordu. Işıklar, gecenin karanlık yüzünde bir yıldız yağmuru gibiydi. Caddeyi sahneye çeviren ‘garip bir adam’  şarkı söylüyordu. ‘Dokunan bir şey vardı ama neydi / Şarkı mıydı, sesi miydi, adamın kendisi miydi’[4] Anlamak zordu. Adının Hasan Yarar olduğunu kaset kapaklarından öğrendiğin ‘garip adam’, bu kentte tanıştığın ilk kişiydi. Yaşadığı kente anlam katan  insanlardan biriydi.   Gelip geçenler, o uzak gölgeler,  bunun ayrımında değildi sanki.

Dört yıldır Samsun’dayın ve Hasan Yarar’la iki kez konuşabildin. Ancak, onunla her akşam Mecidiye’de ya da Çiftlik’te karşılaştın. Kent, onun gibi insanlarla daha bir anlamlıydı. Kaset kapağındaki ‘Samsunlu Cümbüş Üstadı Hasan Yarar / Demo / Sebo Müzik Unkapanı’ yazısı ve uzak bir boşluğa bakan bakışlarıyla hüzünlü bir fotoğraftan taşan bir öyküydü varlığı. Ürkek bir umutla keşfedilmeyi bekleyen, kentin ortasında her gece yankılanan, kendi düşlerine tutsak  bir sesti. Gündüzleri ortalıkta görünmez; acısını, ağrısını, yarasını saklamak için yedeğinde akşamın ormanını gezdirirdi.. Çünkü, kimse kimseyi acısız, ağrısız sevmezdi. Kimse kimsenin yarasını görmeden dost olamazdı. Algıların coğrafyasına mutsuzluk pahasına katılan şeylerden, çağın kuşattığı değerlerden arınma çabası adına gelip geçenlerin attığı bozuk paralara, yani  en çok dilenci muamelesi görmeye, zorlanmış inceliklere kırgındı.

Samsun’dan ayrılırsan  Samsun Hatırası olarak en çok Hasan Yarar’ı dinleyeceksin belki de.

[1] Şükrü Erbaş
[2] Cezmi Ersöz
[3] Akif Kurtuluş
[4] Asaf Hâlet Çelebi
[5] Şükrü Erbaş
[6] Oktay Taftalı
[7] H. Avni Dede
[8] Murathan Mungan
[9] Behçet Necatigil
[10] Gülten Akın

Önceki İçerikEdebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir – 1
Sonraki İçerikEdebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir – 5