104. Yürüyüşümüz: GECEYE YENİLMEYEN

5

yolcu-sayi-104Bu sayıda:

*ömer idris akdin *cahit koytak *rabia gelincik *mustafa karaosmanoğlu *mustafa karadeniz *aykağan yüce *murat sayımlar *mustafa everdi *aydın hız *nadir aşçı *rukiye geçer *mustafa uçurum *faik öcal *mehmet şamil *eyyüp akyüz *banu altun *müştehir karayaka *ahmet usta *bülent sönmez *hamza çelenk *davut güler *f. sueda kurt *melek aslan *ahmet ergin *mustafa atalay *ömer vural *süleyman bozkurt *ilyas sucu *kenan çağan *arif arcan *şevket hüner *çetin koşar *recep turan *zekai günal *ali korkmaz *hikmet kızıl *selçuk küpçük *fatih tezce *ennapadum s. krıshnamoorthy *mahmut derviş

Ömer İdris Akdin’in Mesele’ye notlarından

“Herkes gitti. Boş bir dünyaya bakıyorsunuz. Aklı çelinmiş, ruhu satılığa çıkarılmış bir dünyaya… Her iyi şey çekip gitti. Çürümüşlüğün yeryüzüne sinmiş kokusu genzinizi rahatsız etmiyor artık. Daha; biraz daha kirlenelim. Hayatımızın teslim alınmışlığı ile bitmeyecek süreç önümüze seriliyor. Düşlerimiz üzerine yapılan çok boyutlu ve çok fonksiyonlu pazarlıklar, sistemin kendini tanrısal bir geleceğe hazırladığını gösteriyor. Her değer varoluş anlamını kaybediyor… Kendisine yüklenen yeni anlamlar üzerinden kuruluyor evren. Yeniden. ‘Daha’ bu yeninin içinde en sihirli kelime. Açıktır ki ne sahici sorularımız var ne de bir cevabın peşindeyiz. Tabi olduğumuz ve yüzyıllardır içinde yürüdüğümüz medeniyetin anlam kodlarını kaybettik. Geldiğimiz nokta, büyük bir yükten kurtulmuşluğumuzun mutluluğu ile bize anlam kazandıran ne varsa hepsinin köküne kibrit suyu dökmek. Artık daha ile başlayan arzularımızı kamçılatabiliriz. Daha çok hırs daha çok haz daha çok görünürlük daha çok bilinirlik… Bunları konuşmak gerekiyor. Üzgünüm yoğun bir dilsizleştirme çağını yaşıyor. Ortalıkta dolaşan ise insan adına, din adına, kültür adına ya da her şey adına anlamsız uğultu.”

Çağ Karşısında Direnen Türkçe

Yaşadığımız çağ, her alanda olduğu gibi dilimiz üzerinde de yok edici bir güce sahip. Her şey büyük bir tufanın izi gibi, birdenbire oluyor ve avcumuzda kalanlarla avunmak zorunda kalıyoruz. Rabia Gelincik, Çağ Karşısında Direnen Türkçe üzerine yazmış. Özellikle teknolojinin kıskacındaki Türkçeye dair örnekler veriyor Gelincik. Sadece sorunlar yok yazıda. Çözüm önerileri de sunuyor yazar.

“Asrımız, tüm görsel-işitsel aygıtlardan zihnimize durmaksızın teknoloji çağında olduğumuz bilincini aşılamaktadır. Cep telefonlarından, tabletlerden, bilgisayarlardan her gün ulusal internet ağına dâhil olan insan sayısı gittikçe artmaktadır. Bireyler, sosyal medya sitelerinde kendi varlık alanlarını oluşturup; değer, kabul görmek için arkadaş gruplarına dijital yollardan dâhil olmaktadır. Farklı kültürlerden insanların bir arada bulunduğu bu ortamlarda, ne millî ne de ana dilin hakkı verilmektedir.”

“Kelimelerin yalnız sessiz harflerini öne çıkartaraksesli harflerin, muhâtabın zihni tarafından tamamlanmasını öngörmek ya da cümlelerin yalnız ilk harflerini kullanmak: “tamam” yerine “tmm”, “selâm”yerine “slm”,“aleykümselâm”yerine “as”, “merhaba” yerine “mrb”, “canım” yerine “cnm”, “mesaj” yerine “msj”, “nasılsın” yerine “nslsn”, “görüşürüz”yerine “grşrz”,“Kendine iyi bak.”yerine “kib”, “Allah’a emânet ol.” yerine “aeo” şeklindeki örnekleri çoğaltabiliriz.”

“Bu doğrultuda Türkçenin önemini vurgulayan kampanyalar, faaliyetler düzenlenebildiği gibi; okullarda, hangi alanda olursa olsun, her öğrenci için Türkçeyi daha etkili kullanma dersleri verilebilir. Tabii bunu besleyecek etkili kaynaklar ile de topluma millî dil bilinci aşılanmalıdır. Şâir Süleyman Çobanoğlu’nun bu husustaki önerisi dikkate şâyandır: “Türkçeyi seviyorsanız, Türkçe için çalışıyorsanız, yapmanız gereken durmaksızın güzelleme yapmak değil, Türkçe eser vermek, ama yüksek eser vermektir.” Bununla birlikte, yerli sosyal mecralar oluşturularak buralarda kullanılacak dijital klavyeler ile yapılan dil yanlışlarını otomatik olarak düzeltebilecek sistemler geliştirilebilir. Ayrıca bu ortamlardaki kişilerin, iletişimlerini sürdürürken de Türkçeyi daha iyikavrayıp yazmaları sağlanabilir. Böylelikle Türkçenin erozyona uğraması bir nebze olsun engellenebilir.”

Din Şanzımanı veya Etnik Vites

Mustafa Everdi Anadolu’dan Avrupa’ya, oradan bizim topraklara; din ve inanışlar üzerinden bir değerlendirme yazısı kaleme almış. Avrupa bildiğimiz mesele aslında. Onların bir Müslümana nasıl baktıklarını yüzyıllardır yaşayarak görüyoruz. Hep eğilmeyi karşıdan beklemek, ötelemeyi başkasından beklemek gibi kaygıya yaslı sorunlar var. Yazıda geçen ifadede olduğu gibi mesela; “Avrupa’nın Müslümanlara gösterdiği hoşgörü ve çoğulculuğu devletimizden muhaliflere de göstermesini beklemek sadece temenni mi olmalıydı?” Avrupa’nın Müslümanlara hoşgörü göstermesi…  Bu hoşgörü oldukça soyut bir hoşgörü olsa gerek, herkes tarafından görünmediğine göre. Ya da devletin muhalife göstermesi beklenen hoşgörüyü sürekli küfür diliyle yapan muhalif duruş için nereye koymak gerek. Bazen viteslerin karıştığı kesin. Yoksa görüntüler bu kadar flu olmazdı.

“İslam şanzımanı ile Türklük vitesine sabitlediğimiz otomobilsürekli hızlanıyor. Belki de yokuş aşağı. Eskiden manuel araçlarıvurdururduk. Çalışsın diye. Şimdi kan akan sözlerle konuşuyoruz. Vurduracak ‘kurban’ arıyoruz.

Sanki başımızda yeteri kadar felaket yokmuş gibi. Orman yangını, sel felaketi, toplumsal linç olayları. Bu ülkeye bir lanet bulaştı ama sebebini daha bulamadık. Belki bütün bir dünya lanetlendi de bizim nasibimize bunlar düşüyor.

Kurban kültürüyle, hayat kurban almadan sürdürülemez diye yanlış bir İslam yorumuyla malulüz. Koyun kesmek,kesmiyor bizi. İlle de sığır keseceğiz. Hem ortaklar arası dayanışma getiriyor hem de elbirliği ile temizliyoruz kan lekelerini. Kimseye koklatmadan derin dondurucuda sakladığımız halde.”

Bozkırın Yulası: Hoca Ahmet Yesevi

Benim Gönlüm Bir Kuştur diyen Aydın Hız’ın bir Ahmet Yesevi yazısı yer alıyor Yolcu’da. Her dem anlatılmalı Ahmet Yesevi. Çünkü gönlümüzün kanatlanmasına çok ihtiyacımız olan günler yaşıyoruz.

“Şu Ahmet Yesevi kim, bir araştırın göreceksiniz, /Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız.” Yahya Kemal’in işaret ettiği ruh, Müslümanlığın bizde oluşturduğu kimlik ile kültürel kodlarımızın, ahlak ve estetik anlayışımızın harmanlandığı “milliyet”imizin özetidir adeta. Anadolu’yu mayalayan Horasan erenlerinin piridir, öncüsüdür. Göçmen ruhların dirliğine, birliğine ve ülküsüne sözler akıtmış bir aksakallıdır: Hace, Hoca Ahmet Yesevi, talebelerinin hitabıyla Hazret-i Pir ya da Pir-i Türkistan.

Milletler ve Takımlar

Nadir Aşçı’nın yine efsane bir futbol yazısı ile geçmişe doğru yolculuğa çıkıyoruz. Mili takımın serencamını izliyoruz bir gençlik anısı gibi. Yaş itibariyle anlatılan olaylara ben de şahit olduğum için daha bir ilgiyle okudum yazıyı.

“Biz Türkler için ortaya konulan en önemli haslet nedir? Vatana ve bayrağa sadakat desek doğru bir cevap vermiş oluruz. Türk milli takımının bizde doğrudan vatan ve bayrak temasını tedai etmesi doğrudan bununla ilgili zaten… Futbolla ilgisi olmayan, hani bilindik deyimle bir futbol topu görse karakola bomba diye ihbar edecek nice Türk insanı için dahi, milli maç deyince akan sular durur. Zaten onların söylemindeki ben takım tutmam, sadece milli takımı tutarım gerçeği buradan sadır olmaktadır. Saha içi taktik diziliminden, oyun ve oyuncu öğelerinden zerre anlamayan birçok Türk bile, ekran başında alırsoluğu. Türk milli takımının kazanması için bildiği bütün sûre ve duaları okumaktan geri durmaz. Çünkü milli takım,vatan ve bayrak gibi iki kutsalı doğrudan temsil etmektedir ve bizim itibarımızdır.”

“Taraftar bağlamından sıyrılıp saha içine inersek de biz Türklerde görülen, uzun vadeli bir yaşam planı olmayan, günlük ve anlık yaşayan, sıkıştığı zaman akla hayale gelmeyecek çözümler üreten millet olma gibi hususiyetlerimizin, milli takım futbolcularında da ayniyle vuku bulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hani yıllardır söylenen bir şey vardır. Sistem takımı olamıyoruz.”

“Düşünsenize her turnuvaya katılan, her turnuvada başarılı olan bir milli takımın taraftarı olmak ne kadar sıkıcıdır. Oysa bu akşam müthiş bir oyunla Brezilya’yı yenip çok değil, üç gün sonra berbat bir oyunla Arnavutluk’a takılmanın lezzetini hiçbir yerde bulamazsınız. Benden demesi…”

Hayanın Gözyaşları

Eyyüp Akyüz, hayadan bahseden bir yazı ile yer alıyor dergide. Yitirilen değerlerin nerdeyse ilk sırasında haya var desek var abartmış olmayız. Yaşanılan tüm rezilliklerin kaynağında haya var. O gidince her şey üryan oluyor dünyada. Haya bir perde, haya bir damar.

“Türk toplumu için hayânın hem örf ve adetler hem de İslam dininden kaynaklandığını görürüz. İslami kaynaklara baktığımızda hayâ ile ilgili pek çok hadise rastlarız: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayâdır.” “Edepsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği şeyi güzelleştirir.” “Hayâ ve iman bir aradadır, biri gittiğinde diğeri de gider.” “Hayâ imandandır.” “İman, yetmiş küsur parçadır. Hayâ da imandan bir parçadır.” “Arsızlık nerede ve kimde olursa olsun çirkinleştirir; hayâ ise nerede ve kimde olursa olsun zarifleştirir.” “Hayânın hepsi hayırdır.” Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere hayâ bir Müslüman için hayati değerdedir. İmanın bir şubesidir hayâ. İslam, hayâsız düşünülemeyecek bir dindir.”

“Çevrenize bir bakın, hayâyı öğütleyen insanlar görebilecek misiniz? Ar etmeyi, edepli olmayı, utanmayı tavsiye eden kimseye rastladınız mı hiç? Hayır, rastlayamazsınız. Çünkü zihinlerimiz Batılı bakış açısıyla kodlanmış halde. Artık hepimiz birbirimizin kurduyuz. İnsan insanın yurduydu oysa bizde, dostuydu, sırdaşıydı.”

“Az ama öz olan helal rızıkyerine haram da olsa varlığın/varsıllığın alkışlandığı, toplumsal gelişim yerine kişisel gelişimin önemsendiği, dostluk yerine husumete neden olan rekabetin cilalandığı bir toplumda hayânın hayatımızda yer alması mümkün müdür?”

Bir Şairden Ötesi

Sezai Karakoç için söylenmiş çok özlü bir söz bu; bir şairden ötesi. Onu anlatmak için sadece şair demek eksik başlayan bir tanımlama olur. Ahmet Usta, tam da bundan bahsediyor yazısında.

“Aynı zamanda aynı çağda yaşamaktan, onu tanıyıp okumaktan onur duyduk. İşte bizim iyi adamımız bu demekten şeref duyduk. Allah’tan başkasına baş eğmeyen adamımız gitti. Yazar ne güzel söyledi: “Şair ölünce bir puta dönüşür. Karşıtının kırmak, yanlısının secde etmek istediği bir puta… Oysa şair ikisinden de tiksinirdi.”

Sezai Karakoç, Bize Müslümanın bu çağda nasıl olması gerektiğini, hem duruşu hem fikri hem de meydan okuyuşuyla gösterdi…”

Z Kuşağı

Başkasını bilmem ama bir nesil için böyle bir adlandırma benim tüylerimi diken diken ediyor. Hele de bu kuşağa dahil olduğunu söyleyen temelsizlerin tavırlarını düşününce bunlar olsa olsa “? Kuşağı” olur diyorum. Ne olduğunu, nerden gelip nereye gittiğini bilmeyen bir meçhul. Elbette bu birilerinin sisitemli bir kurgusundan başka bir şey değil. Bülent Sönmez “Z Kuşağı” Diye Bir Gerçeklik Yoktur, “Z Kuşağı” Diye Bir Tanımlama Vardır, yazısı ile dergide.

“İnsan hem yaratıcı hem üretici bir varlıktır… Hem kendini yenileyen ve koşulları aşabilen bir varlıktır. Bu yüzden G. Vico insanı doğada değil, yapıp ettiklerinde aramamız gerektiğini söyler. Çünkü insan tarihe ve doğaya daima bir şeyler katar, kendisi için bir dünya kurar. İnsanda bir yaratıcı ve oluşturucu yapı vardır.

O yüzden herhangi bir kuşak tanımlaması insan için söz konusu olamaz. Çünkü her bireyin kendi içinde çağlayıp duran bir Cevheri harekete sahip olduğu ortadadır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. İnsan bilim objesi olmadığından fiziksel objeleri tanıma yöntemleriyle tanımlanamaz. Sebep sonuç ilişkileri ile insan hakkında karar verilemez. Deneyve gözlem sadece fiziksel dünya için geçerlidir. Ruhsal dünyada böyle bir şey söz konusu olamaz. Bu yüzden kuşak tanımlamaları yanlış bir yönteme yaslanmaktadır.”

Lütfen Algılarınızla Oynatmayın

Ali Korkmaz, son yılların moda tabiri olan “algı” üzerine yazmış. Özellikle sosyal medya dediğimiz gayya kuyusunda uçuşan algıları görünce, yazıdaki önemli tespitleri dikkate almak gerektiğini vurgulamakta fayda var.

“Her birimiz farkına vardığımız/varamadığımız oranda algı yönetimine maruz kalmakta, biraz farklı olan bir diğerini algı yönetimine kanmakla suçlamaktadır. Ne yazık ki herkes insanlığın var olduğu günden bugüne, bugünden yarına değin algı yönetimi ile yaşamak durumundadır. Bu nedenle aklımızı/muhakeme yeteneğimizi devreye koyduğumuz oranda ve bir başkasını ötekileştirmeden yapacağımız değerlendirmelerle algılarımızla oynanmasına izin vermemeliyiz. Algı ayarlarımızla oynanma olasılığını düşük tutmak bile büyük başarıdır. Sıfırlamak ise asla mümkün değildir. İnsanın ve yaşamın doğasına terstir. Bu yüzden diyoruz ki: “Lütfen algı ayarlarınızla oynatmayınız!”… Elinizden geldiğince…”

Selçuk Küpçük Günlükleri

Selçuk Küpçük günlüklerine devam ediyor. Dünün Günleri’nde 1992’nin Ankara’sındayız.

“Dün gece Dinçer’in Sincan’daki evine gittik. Trenden inince istasyonda yere açılmış sergide bir adam kaset satıyordu. Tolga Çandar’ın “Kar Yangını”kasetini aldım. Arkadaşlar bağlamamı da getirmemi istemişlerdi. Çalıp söyledik biraz.”

“Geçen yıl bizim sınıftan bazı arkadaşlar “Nostalji” isimli bir yere eğlenmeye gideceklerdi. Kantinde sohbet ederken O da gelip yanıma oturdu. Katılıp katılmama konusunda kararsızım. Sonra “Sen de gel” dedim. Hacettepe taraflarında bir yerdeyiz. Harabe görünüşlü bir mekân. İçerisi loş. Uzun bir masanın etrafına toplandık hep beraber. Müziğin sesi kulaklarımı zorluyor. Benim için her şey rahatsız edici. Hiç alışık değilim böyle yerlere. O’nu orada bırakıp çıktım. Niye çıktım?”

“Okula gittiğimde her taraf polis kaynıyordu. Kampüsün çeşitli yerlerine toplanmışlar, bekliyorlar. Sonra özel eğitim bölümünden hemşerim Mehmet ‘i gördüm. “Gösteri yapıldı” diyor. Dünya Kadınlar Günü içinmiş. Kar yağdı bu akşam.”

Yolcu’dan Öyküler

F. Sueda Kurt – Halil Abi

“Hepi topu bir kişilik aidiyet herkesin derdi… Ağır aksak yürüyüşü ile geç kalmadan kartını basardı her gün. Aslında geç kalma şansı da yoktu. Erkenden uyanır, eline geçen ve kaç gündüryıkanmadığı her halinden belli olan gömlek ve pantolonu geçiriverirdi üstüne. Pantolonları boyuna göre nispeten kısaltılmıştı. Paçasının birinin muhakkak -belki de hep aynı pantolonu giydiği için öyle gelirdi- dikişi içten açılmış olurve diğerinden daha uzun gözükürdü. Yeşil gömleği ise kirden ve üstüne kat kat giydiği yeleklerden rengini gizlerdi. Kurumun yemekhane girişinde eski bir ahşap bölme ile ayrılmış bir alanda yaşıyordu. Ahşap kapının üzerinde mescityazardı ki herkes aslında buranın Halil Abi’nin evi olduğunu bilirdi. Uzun yıllar değişmeyen idare müdürlerinden merhametli bir beyin izni ile mescite bir yatak konuvermiş.”

“Saatin mesai sonunu bulduğu dolayları abini en sevdiği zaman dilimiydi. Bir küçük oda edinmek için gün boyu verdiği savaş, bu saatlerde büyük bir galibiyete dönüşürdü. Koca kurum binası, kendisine tapulanır gibi emanet edilirdi her akşam. Bu hissin güveni ile olacak, adımlarının sertliği herkes tarafından işitilirdi o saatlerde. Zemini titreterek yürür, göz kapaklarının altındaki kırmızılık eni konu açılıp kaybolmaya yüz tutardı. Nihayet yorduğu bedeni, akşam 8-9 sularında yorgunluktan uykuya dalıverirdi. Bu sayede gecenin kahrından sıyrılır, bir sonraki güne kaldığı yerden devam ederdi.”

“Her öğle arasında yemekhaneye giderken gördüğüm mescit kapısı sonuna kadar açık artık. Hatta tek tük namaz kılmaya başlayanlar da oldu. Yalnız saat 17.30 sularında herkesin yüzüne mesai sonu mutluluğu konuşlanırken, kurum binasına bir mahzunluk çöküyor. Hepi topu bir kişilik aidiyetti derdi. Bir daha Halil Abi’yi hiç görmedim.”

Ahmet Ergin – Muavin Koltuğu

“Bütün dolmuşlar mı, böyle yoksa benim bildiklerim mi? Bir daha en öne oturursam tövbeler olsun. Onu da uzatırım tabi. Siz de para üstü almadınız. Bana ne kardeşim diyemiyorum. Oraya niye oturdun o zaman demezler mi adama? Beş lira üstü kimimdi? Buyurun beyefendi. Şoförün de canına minnet buldu muavini. Umurunda değil baksana. Önünde kocaman bir dijital saat, saniyeleri kovalıyor. Tek derdi dakikasında belirtilen yerde olmak. Can güvenliğiymiş, yolcularmış, trafik adabıymış umurunda değil.”

“Trafik sıkışıyor gitgide. İnsanların evlerine yetişme telaşı, sıkışan trafiğe eşlik ediyor. Yorgun ve gergin yüzlerin tahammül sınırı çoktan asılmış olduğundan kimse kimseye nezaket gösteremiyor artık. İleride iki genç el kaldırınca trafiği hiçe sayarak pat diye duruyor. Şikâyet ve kızgınlık bildiren kornalara aldırmıyor. Hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. Cılız bir ses, “Müsait bir yerde inebilir miyim?” diyor. Dikiz aynasından ters ters bakıp kesin bir ifadeyle durakta indirebileceğini söylüyor.”

“Mahçup oluyorum ama içime de bir huzur yayılıyor. Onun adına seviniyorum. İneceğim durağa gelince içtenlikle kolaylıklar dileyip inerken teşekkür ediyorum. Neyin teşekkürü, der gibi yüzüme bakıyor. Hiçbir şey söylemeden tebessüm ediyorum.”

Yolcu’dan Şiirler

gürz değilim, balyoz değilim,

buz değilim, köz değilim,

nakışnakış kar tanesiyim.

yahşigönülbulamasaminecek

kendi sıcak örsüme,

kendiyalnızlığımayağareririm.

içimde ne varolmanın gamı

ne olmamanın korkusu,

ya her zerrem göz olmuş

ya da tüm öteki gözlerden

benmişim, ben, seyreden.

gören nerde bitiyor

ve görülen nerede

kendi suretiyle başlıyor

ya da başlıyor mu mesela,

bilir miyim, bilemem.

oyun değilim oyun değilim,

oyunun hüznüyüm belki.

mahzen değilim,

kilitli demir kapı değilim,

kapı aralığıyım.

Cahit Koytak

Zihninin bir yerini meşgul eden merak gittikçe büyüyor

Boşluğa ne olacak acaba?

Müsvedde olarak kullandığımız boşluklar okuduklarımızın yanında

Hiç kaybetmeyen boksörün yediği yumruk işte

Boşluğuna gelmiş

İlk kaybediş bir boşluktan doğuyor o halde

Ademin unuttuğu şey belki de

Boşlukta yankılanıyor

Hava isminin cennetten düşmesi mesela

Aykağan Yüce

Adam, çivi yazılarıyla taşlara bir şeyler yazacak, çizecek

Belki birazdan yağmur yağacak, tabiat kirlerinden arınacak,/

çocuklar şapkalarını evde unutacak; bir Salı günüydü işte o gün,/

bir kadın kurumuş bir saksının sadece yerini değiştirecek.

Davut Güner

yine gelse o kuşlar

tıngırdasa pencereler uykusunda

sokaklar belenir gecesine

-şehirlerini bekleyen sokaklarve renkler kol kola girer

kuşlar uyanınca

çakıl taşlarını ezmeden mahallenin

demir seslerin içinde demlenir çocuklar

dinlenir serinliğinde nemlenen güneş

ve insanın peşine yürür gölgesi

-yapışık gölgesibir de sonbahar,

işte o zaman ayrı severiz

biz kuşları

Fatih Tezce


Önceki İçerikYOLCU’NUN 103. YÜRÜYÜŞÜ
Sonraki İçerik106. Yolcu: Cümleler Düşüp Anlam Tükendiğinde…